Hatırlıyorum.
Annem cuma pazarına gidiyorum,sen otur videodan çizgi film izle demişti. He-man izleyecektim kaset elimde televizyonu açmıştım ki, Fenerbahçe formalı bıyıklı bir amca top sektiriyordu. Fenerbahçe - Tofaş 91 final serisi maçı hava atışıyla başlamış, spikerin şampiyonluk maçı demesi ve tezahüratların güzelliği beni çizgi filmden daha fazla ilgilendirmişti, gözümü kırpmadan ilk şampiyonluğumuzu izlemiştim.
Sıkıntılıydım.
İlkokul-ortaokul dönemlerinde futbol takımı sürekli kayıptı, basket takımının zaman zaman yarattığı heyecanlara kapılıp televizyonda onları takip ediyordum. Bana bir bisküvi markasını aldırtma demesinler gibi birşey demişti Ali Şen başkan Fenerbahçe Şampiyon. Abdi İpekçinin tıklım tıklım olduğu maçları özenerek izlerdim. Erdal Koşan'ın faul yapıp katlettiği Avrupa kupası maçında salondakiler onu potaya soksalar şaşırmazdım, öyle manyak bir ortam vardı.
Şanssızdım.
Artık okuldan maçlara kaçabilecek yaşlara gelmiştik ama lisede de sınıfımda doğru düzgün Fenerli yoktu. Bir Ülker-Aek maçına Fanatik Basket dergisi biletiyle giderek nihayet Abdi İpekçi yolunu öğrenmiştik. O maç öncesi Fenerbahçe - Mavi Jeans Ortaköy lig maçı da vardı. Fenerbahçe basket takımını İbrahim Kutluay'ı , Henry Turner'ı , Dallas Comegys'i ilk defa canlı izlemenin verdiği heyecan ile diğer maçı kıyaslayamazdım bile.
Rüyadaydım.
Fenerbahçe büyük bütçeyle rüya takımını kurarak ilk defa Euroleague'de oynayacaktı. O senelerde ayağımız yavaştan alışmıştı salonun yollarına, sınıftakilerle gittiğimiz Efes maçlarında hayıflanırdım, keşke bizde oynasak diye.
İç sahada oynadığımız hiçbir maçı kaçırmadım, Kadıköy'ün Efsane Maraton Tribünü ile Abdi İpekçi'de tanışmış oldum, tüylerimin diken diken olduğu ortamlardı.
Ağlamıştım.
Rüya gibi başlayan sezon George Gilmore'un üç serbest atışı kaçırmasıyla sona ermişti, televizyon karşısında gözlerim yaşlıydı. Öncesinde Samsun'da son topta kaybedilen finalde vardı ki İbrahim Kutluay varını yoğunu ortaya koyup maçı alamamıştı.
Hayrandım.
Üniversiteye kadar olan dönemimde Fenerbahçe futbolda tek tük başarılar hariç sürekli bizi hüsrana uğratırken, içimizdeki Fenerbahçelilik ruhunu İbrahim Kutluay sayesinde hissedebiliyordum. İbo bizden ayrılıp Efes ve sonrasında Yunanistan yoluna düştü. Onun da gidişiyle şube iyice küçülmüştü.
Kopamıyorduk.
Basketbol izleme sevgisi ve Euroleague takımlarının kalitesi sürekli sınıftakilerle organize olarak bizi Abdi İpekçi'ye sürüklüyordu. O zamanki coşkulu ortam milli maçları andırırdı ki, Efes'in Asvel ile oynayıp final four'a kaldığı maç , son saniyede Moustapha Sonko'nun orta sahadan yolladığı topun çembere kadar süzülüp çarparak dışarı çıktığı zaman nefesini tutanlar arasındaydık. Efes final four yapmıştı ama bunu Fenerbahçemin yapmasını hayal ederek büyümüştüm.
Sağır oluyorduk.
Nasıl olduysa o sezon erkek takımı Caferağa'da oynuyordu, rakip Danilovic'li Kinder Bologna, beşiktaşlı arkadaşlarımla maça zar zor girebilmiştik,onlar bile afallamıştı, ellerde kutu kutu dağıtılan havalı kornalar, Caferağa'dan Kadıköy iskeleye kadar taşan tezahüratlar uğultular arasında maçı büyük farkla kaybettik.
Geziniyorduk.
Üniversitede ilk senemdi, Salonsuz bir takım olarak Ümraniye Haldun Alagaş'taydık, güya salon Anadolu yakasındaydı ama gene de ulaşmak kolay değildi. Zaten o zamanlar Abdi İpekçi'ye git-gel bile çok zordu.
Real'de iken bizi dağıtan Tanoka Beard nasıl olduysa transfer edilmişti.Ayrıca genç potansiyel Lukovski transferi de cabası. Ama İbrahim Kutluay'ın 10 numarası bir türlü layıkıyla doldurulamıyordu. Grupta fark attığımız Hemofarm final yaparken biz avcumuzu yalıyorduk, kayıp senelerdi yani.
Şifreleniyorduk
Basketbola büyük ilgi olmaya başlamış, cine5 te gösterilen maçlar programlar büyük ilgi görüyor, televizyondan atmosferi gören bizim gibileri de salona sürüklüyordu. Ancak cine5 basketi de şifreli göstermeye başlamıştı, euroleague final four maçlarını izleyebilmek için arkadaşla kahvehaneye gidip çay içerek televizyonu açtırmak zorunda kalmıştık.
Yarı yarıyaydık.
Derbi maçlara gidince Abdi İpekçi'de salonu bölerek iki takım taraftarını da alıyorlardı, tuvalet musluklarının sökülerek sahaya atıldığı maçlarda çeyrek finallerde birbirimizi yer, sonra gene Efes-Ülker finalleri izlerdik.
Sarı Polarlıydık.
Nihayet kulüp boşa geçen senelerin ardından hamle yapıp Aydın Örs ile bir projeye girişti ve bizlere güneş doğdu. Aydın Hoca'ya verdiğimiz söz ile Unifebliler olarak her maç yerimizi sarı polarlarla doldurmaya gayret ediyorduk. Güzel zamanlardı ve Abdi İpekçi'deki o samimi ortama ve rahatlığa bir daha ulaşamayacaktık. Beşiktaş'ın favori olduğu ama saha avantajımızla elediğimiz serideki tribün ortamını ömrüm boyunca unutamam.
Heyecanlıydım.
Ülker ile birleşme sayesinde gene Euroleague organizasyonu gediklisi olup 99dan beri yıllarca beklediğim bu heyecanı yaşıyorduk. 100. yılda gelen şampiyonlukta Gebze Şekerpınar'dan çalıştığım yerden yola çıkarak salona geldiğimde evsahibi Efes olduğu için kombine kartların geçersiz olmasına rağmen, tükenen biletlere karşın oradaki arkadaşlardan bilet bularak girmiştim. O salona kadar biletsiz gidip giremediğim maç olmadı.
Kırılmıştık.
Aydın hocaya yapılan tavır ile şubedeki değişim bizi soğutmuştu. Takım zayıf destek ortamlarında oynamaya başlamış ve benim askerlik zamanım gelmişti. Sezonun yarısını takip edip, Aralıkta gitmiştim, enteresan maç skorlarını ve takımın çeyrek final yapmasını orada takip ettim ama hiç heyecanını yaşayamadım.
Eleştiriyordum.
Forumlarda bloglarda yazıp çiziyorduk. Takımı oyuncuları koçları değil ama kulüp organizasyonel başarısızlıkları, taraftarın eksik yönlerini izlenimlerle anlatıp duruyordum. Son zamanlarda artık yazmaktan ziyade videolarla arşivlemeye yöneldim.
Umutlanmıştık.
Tekrar Aydın hocanın dönüşü ve Ataköy Sinan Erdem Spor Salonunda yeni bir heyecan başlangıcı olmuştu. Seyirci rekorları kırıyor, son topa kadar mücadeleye tanıklık ediyorduk. Buna rağmen Euroleague maceramız erken noktalanıyordu, hedefler öteleniyordu.
Nefret duydum.
Ayhan Şahenk'te Efes ile oynadığımız final serisinde hiçbir maçı kaçırmamıştım, salona girmek için çektiğimiz sıkıntılar Mrsic'in son saniye üçlüğü sonrası tribüne atlaması ile bitiyordu. Ama bitmemişti , cathine denen maddenin etkisini yeni öğreniyor Efes Pilsen'den iyice nefret ettiğimiz bir dönem başlıyordu. Müessese takımlarına karşı alerji duyan bir nesildendim.
İnşa ediyorduk.
Yeni salonun yanısıra yeni umutlarımızı da birer birer inşa ediyorduk. NBA sevdasıyla giden oyuncular yerine bütçe zorlanarak revizeler yapılıyor, hocadan hocaya geçişler oluyordu. Salon ise hiç te umduğumuz taraftar takım bütünlüğüne hizmet edecek bir yapıda görünmüyordu. Buna rağmen bizimdir diyerek takipteydik.
Sarsılıyorduk.
Salonu bitirmiş, iddialı isimlere yönelip bir hayale odaklanmıştık. Ancak sezon ummadığımız artçı şoklarla sarsıntılı geçiyor, inşa etmeye çalıştığımız işler yıkılıyordu. Sahadaki ruhsuzluk kadar salondaki kimlik bunalımı da korkunçtu, burası ilginç seyirci profiliyle evimiz gibi hissetirmiyordu. Euroleague ve ligde süpürüldüğümüz maçlara salona gelirken ayaklarımız geri geri gidiyordu adeta.
Olmuyordu.
Bir türlü olmuyordu ve bunca yatırıma rağmen olmayacak galiba diye içimize işlemeye başlamıştı. Ne yapıldıysa denendiyse sonuç olumsuzdu, tribünler yönetimle yaşanan krizlerde bölünmüş, sahadakiler kendi çıkarlarına göre davranır olmuş, takım elbiseli menajer sürüsü koltuk dertlerine düşmüştü.
Ve son şans.
O boştaydı, dinleniyordu ve kendisini tükenmeyen başarı azminde heyecanlandıracak hedefle motive edecek bir ortam bekliyordu. Bizim için son umuttu, ismi telaffüz edilince bile camia silkelendi, yaparsa o yapar, olmazsa bir daha olmaz moduna girildi. Onun adı Zelijko Obradovic'ti.
Kombinelendik.
Koça olan inançla kombine almaya gidip pota arkasından sekiz tane koltuk almıştık, arkadaş çevremizide bu heyecana sürükledik. Her ne kadar o salondan ve ortamdan yana ümidim yoksa da , onu ve takımını izlemek desteklemek ilk amaçtı.
Müşteriydik.
Bütün branşları senelerce kovalamış, tribünde desteklemiştik, ancak başkanın idari tarzına ve yönetim icazetine karşı geldiğimizde artık bazı yerlerde istenmeyen bizler olmuştuk, biz soğudukça ve münferitleştikçe, yönetime yandaş grupların nasıl türediğine şahit olduk. Deplasmanda takımı bağrımıza basabiliyorduk, bu salonda ise parasıyla müşteri kıvamında takılmaya devam ediyorduk. Obradovic'in hatırıyla bu ortamlar katlanılabilir oluyordu.
Adapte olduk.
Takım gibi onunla birbirimize ve şartlara adapte olduğumuz bir ilk sezon geçirdik, salondaki taraftar desteğine ters saçma uygulamaları her fırsatta video veya yazı ile eleştirmekten kaçınmıyordum. Ama onu ve takımı eleştirmek haddimize değildi, sabırlıydık, kaç sene boyunca beklemiştik.
Ve başardık.
Nihayet bu sezon rakiplerden söke söke aldığımız avantajları kullanarak Final four yolunu bulabilmiştik. Çok bilmişce ithamlarla ve iftiralarla eleştiriler yapılırken, oyuncular ıslıklanırken şimdi sevinebilecek yüzü bulanlardan değildik.
Takımı geriye düştüğünde moral verip desteklemeyi öncelik sayan biri olarak , çok şey gördük tecrübe ettik.
Oradaydım.
99 senesi Mart ayı, iç sahada büyük taraftar desteğiyle önüne geleni yenip geçen Fenerbahçe, saha avantajı olarak Real Madrid ile eşleşmişti. Salon tıklım tıklım dolu ve agresif bir ortam ile maç sürerken, işler bizim aleyhimize seyretmişti. Hakemlerin faul kararları, oyuncuların kavgaları gerilen ortam, sahada %5 Halil Üner'in çelmesi ile teknik faul sonrası sahaya değil bozuk para, ayakkabıların bile atıldığını görmüştüm. O maçta İbo'nun gösterdiği performansa da yazık olmuştu, İspanya'daki maçı da kaybederek 2-0 ile elenmiştik, seri tekrar İstanbul'a dönmemişti.
Gidiyoruz İspanya'ya.
Şimdi grup aşaması bitmeden bu işe inanarak Madrid organizasyonuna giriştik. Pasaport, uçak, konaklama, vize derken gidiş-dönüşü hallettim.
Aşk sarhoşluğuyla çok güzel günlerimin geçtiği Madrid'e yarım kalan bir hesabı kapatmaya gidiyorum. Henüz maç biletim yok ama olsa da olmasa da 99 senesinde yarım kalan bir hesabım var.
In Obradovic we trust!