Gönderen Konu: Fenerbahçe Erkek Basketbol Tarihi Genel  (Okunma sayısı 36524 defa)

0 Üye ve 1 Ziyaretçi konuyu incelemekte.

Çevrimdışı Okan Y.

  • Üye
  • Yaş: 40
  • Yer: İstanbul
  • İleti: 1672
  • Cinsiyet: Bay
    • KendoKamae
Ynt: Fenerbahçe Erkek Basketbol Tarihi Genel
« Yanıtla #45 : 24 Şubat 2016, 10:25:29 »
Şu Bold'ladığım İbo'nun orta sahanın gerisinden son saniye üçlüğüyle kazandırdığı maç. Sevinçten çıldırmıştım. Hiçbir yerde şu maçın videosuna ulaşamıyorum ya ona yanıyorum.

abi o maçın videosuna ulaşamazsın çünkü o maçın saati heryerde yanlıştı
ben maçın başına giderken sonuna yetiştim ve tam salona girdiğimde ibo basketi attı
inanılmazdı
Bizler bir gün daha Fenerbahçeli olarak yaşamak için hayata bağlanırız ve gerekirse o bir gün için bütün bir ömürü gözden çıkartırız.
A.Y.

Çevrimdışı aaaaaa1907

  • Üye
  • Yaş: 34
  • Yer: İzmir
  • İleti: 27
    • balkabalka
Bugüne hiç kolay gelmedik: Fenerbahçe basketbolunun unutulan tarihi
« Yanıtla #46 : 02 Ağustos 2017, 05:45:33 »
Fenerbahçe basketbolunun tarihine dair, bulabildiğim/bulabildiğiniz ne varsa burada paylaşalım, okumayan kalmasın diyorum. çünkü çoğu kimse bilmiyor ama o müesese kulüplerinden, yenilmez denilen armadalardan öncede bu ülkede Fenerbahçe basketbolu vardı. tarihimizi daha iyi bilmek, bilmeyenlere öğretmek adına böyle bir şeyin bu forum için olmazsa olmaz olduğunu düşünüyorum. bu yazıları yazan, paylaşan tüm renktaşların emeğine sağlık diyor, paylaşma konusunda anlayışlarına sığınıyor, konunun sabitlenmesi öneriyorum.

ilk paylaşacağım yazı şubemizin kurucularından rahmetli Cem Atabeyoğlu'nun 1994 yılında kaleme aldığı, Fenerbasket'ten Barış Eymen renktaşımızın düzenleyip, paylaştığı yazı:

Fenerbahçe Basketbolu Nasıl Kuruldu ?



Resim : 1973-1977 Yılları arası Fenerbahçe - Eczacıbaşı maçından.

İdeal ve mücadele arkadaşım, can dostum, büyük Fenerbahçeli, rahmetli Muhtar Sencer, tamamen kişisel çabalarıyla kurup, büyük emeklerle ortaya çıkardığı Fenerbahçe hentbol takımının (o zamanlar salon hentbolu yoktu, futbol sahalarında oynanan Açıkhava hentbolü vardı) namağlup şampiyonluklar kazanmasından sonra bir başka spor dalına daha el atmıştı. Bu spor, o sıralarda (1944), ülkemizde yeni bir aşamanın eşiğinde bulunan basketboldu.

Aslında Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun çok eski bir geçmişi vardı. Fenerbahçe, basketbola faaliyeti arasında yer veren ilk Türk kulübü olmuştu. Daha 1913 yılında Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurulmuş, ancak bu oyunun kuralları hakkında yeterince bilgi toplanamaması nedeniyle, kurulan takım maç bile yapamadan dağılmıştı. 1919 yılında, bu kez bir Amerikalı öğretmenin nezaretinde Fenerbahçe Kulübü’nde yeniden bir basketbol takımı ortaya çıkarılmıştı. Ancak ne çare ki yurdumuzdaki bu ilk ciddi basketbol girişimi de, maç yapacak başkaca takım bulunamadığından kendiliğinden sönüp gitmişti.

Ve aradan tam çeyrek yüzyıl geçtikten sonra Muhtar Sencer, Fenerbahçe Kulübü’nün çatısı altında bir basketbol takımı kurmak üzere paçaları sıvamış bulunuyordu. Ve bu yolda el attığı ilk isim de Mehmet Jeba Berkok olmuştu. Jeba, sporun her dalında kendini göstermiş; Allah vergisi büyük bir spor yeteneğine sahip gerçek bir sporcuydu. Dekatlon şampiyonu ve rekortmeni bir atlet, zamanın en sert smaçlarıyla tanınmış bir voleybolcusu, hatta öğrenimini yaptığı İstanbul Teknik Üniversitesi futbol takımının da kalecisiydi. Ancak bir tek Jeba ile her şey halledilemezdi. Jeba, Teknik Üniversite’den sınıf arkadaşı olan Hüsameddin gibi son derece yetenekli bir basketbolcuyu da alıp getirmişti. Onlara bir de Öjen Read eklenmişti. Onları, idare görevlisi olarak çalıştığı Haydarpaşa Lisesi’nden birkaç delikanlıyla da takviye etmişti.

Ancak bu girişim daha ilk günlerde Hüsameddin’in ihtisas için Amerika’ya gitmesiyle büyük bir darbe yemişti.

Takım daha kurulmadan dağılıyordu.

Ancak bu hal Muhtar Sencer’i asla yıldırmamıştı. Fenerbahçe’nin adına ve şanına layık bir takım ortaya çıkarabilmek amacıyla var gücüyle çalışıyordu.

Eski ve çok sevdiğim bir arkadaşım olan Muhtar Sencer’in bu çalışmalarını yakından takip etmekteydim. Hemen her gün beraberdik onunla. Akşamları mutad buluşmalarımızda o telaşlı haliyle, sanki komutanına tekmil veriyormuşcasına yaptıklarını bir bir anlatmaktan nasıl da zevk duyardı.

MUHTAR SENCER İLE ELELE VERİYORUZ

Sevgili dostum, bu telaşlı günlerinde, büyük bir yalnızlık içinde bulunmaktan şikayetçiydi sadece. Koşuşmaktan, mücadeleden, yorulmaktan en ufak bir yakınması yoktu. Onun tüm aradığı , yanında kendisine destek olacak ve omuz omuza verip mücadeleye girişecekleri bir arkadaştı, bir dosttu sadece...

Bir akşam, yine o upuzun ve tatlı sohbetimiz sırasında kendisine moral verecek sözlerimi derin bir dikkatve hazla dinleyen dostum birden bakışlarını gözlerimin derinliklerine dikerek:

“Ne olur Cem, beni yalnız bırakma...” demişti birden.

Öylesine iyi niyetlerle dopdolu bir insanın, gecesini gündüzüne katarak yaptığı bu çalışmalar sırasında yapayalnız olması gerçekten çok zordu. Gözlerimin içine öyle bir bakmış, bu sözleri öylesine söylemişti ki

“Üzülme sen... Elele verir, yürütürüz bu işi...” diyiverdim bir anda ve hiç düşünmeden.

O tertemiz insan, çocuklar gibi sevinmişti bu cevabım karşısında. Heyecan içinde yerinden fırlarken:

“Allah... Allah...” diye o meşhur haykırışı bir daha ta içinden fırlayıp çıkmıştı, sonra heyecanla konuşmuştu “Sahi mi diyorsun?”

“Fenerbahçe’ye hizmet ve sana yardım olduktan sonra elbette varım...” diye cevaplamıştım eski dostumu.

Ve heyecan içinde kucaklaşmıştık onunla.

Tarih, 1944 yılının Kasım ayı idi. Ben de artık bu davanın içindeydim ve rahmetli Muhtar Sencer ile el ele, omuz omuza vermiştik.

TAKIM ORTAYA ÇIKIYOR

Aramıza ilk katılan, Şükrü Mete olmuştu. Robert College’de yetişmiş ve uzunca bir süreden beri Galatasaray’da oynamakta olan Şükrü Mete, yürekten bir Fenerbahçe’li idi ve Sarı-Lacivert renkler altında oynamak için, şampiyon Galatasaray takımında yer alma hazzını dahi bir yana itmekte tereddüt göstermemişti. Onunla Fenerbahçe, ilk gerçek basketbolcusuna kavuşmuş oluyordu..

Kısa bir süre önce kapanan, İstanbul Musevilerinin kulübü Karkhoba’nın tüm basketbolcularının Galata Kulübü’nde türlü imkansızlıklar içinde top koşturmakta olduklarını öğrenmiştik. Bunun başlıca nedeni de takım kaptanı Jak Habib ile kardeşlerinin, Azapkapı’dan Şişhane’ye çıkan yokuşun üzerinde, Galata Kulübü binasına pk yakın bir yerde oturmalarıydı.

Jak Habib’in Azapkapı Tersanesi üzerinden Haliç’e bakan evine ikinci gidişimizde bu konu halledildi. Bütün takımın oyuncuları Fenerbahçe gibi isim ve Sarı-Lacivert forma altında basketbol oynamayı seve seve kabul etmişlerdi. Jak Habib, ilk Milli Basketbol Takımımız’da yer almış ve Ay-Yıldızlı forma altında 1936 Berlin Olimpiyat Oyunları’na katılmış çok iyi bir basketbolcuydu. Onunla birlikte gelenler de gerçekten iyi basketbolculardı:

Mişel Gabay, Hanri Düvenyas, Moris Meşulam, Izak Ventura, David Filiba, Silvio Guerson ve Jak Habib’in kardeşleri Aron Habib ile Mordohay Habib.

Önce Amerikan Dershanesi (eski Y.M.C.A.)’nin Sultanahmet’teki salonunda çalışmalar başladı. Takımın antrenörlüğünü, Jak Habib üstlenmişti. Takım kaptanlığına da Şükrü Mete’yi getirmiştik. Oyuncular canla başla çalışıyorlardı. Onların böylesine yürekten bir inanç içinde çalışmaları bize en büyük moral kaynağı oluyordu.

Fenerbahçe Kulübü, sadece adını vermişti bu takıma. Bu ad, paha biçilmez manevi bir değeri bulunan en büyük hazinemizdi. Ancak gelgelelim parasal yönden halimiz, tam anlamıyla “perişan”dı. Meteliğe kurşun atıyorduk.

Salı ve Perşembe akşamları Fenerbahçe Stadı’nda (o güzelim ahşap tribünlü stad) bulunan kulüp binasının Müze Salonu’nda yapılan Yönetim kurulu toplantıları sırasında kapının önünde nöbete giren Muhtar Sencer, ancak üçüncü ayın sonunda, antrenman yaptığımız salonun kirasını karşılayabilecek parayı koparabilmeyi başarmıştı. Aslında bu dahi kulübün o günlerde içinde bulunduğu parasal durum bakımından büyük bir başarıydı bizler için. Kulüp için de hiç kuşkusuz fedakarlık.

En büyük şansımız, çalıştığımız salonla Fenerbahçeli İlhami Polater’in ilgilenmesiydi. Y.M.C.A.’de uzun süre basketbol oynayan ve bu arada Türk basketbolunun ilk büyük hakemlerinden biri olarak tanınan Polater’in yerinde bir başkası olsaydı, kira ödeyemediğimiz o üç ayın içinde çoktan kapının dışına konurduk.

FORMA ALABİLECEK PARAMIZ DA YOKTU

Fenerbahçe’nin şerefli adını basketbol potaları altında temsil edecek bir takımımız vardı artık. Ancak ne çare ki bu takımın forması bile yoktu. Daha doğrusu takıma forma alabilecek para yoktu.

İşte bu alabildiğine sıkıntılı günlerde, Sultanhamamı’nda bir büyük rastlantı, iyi olacak hastanın doktorunu ayağına getirivermişti. Kulüp üyelerinden, büyük Fenerbahçeli, fabrikatör Raif Dinçkök karşımıza çıkıvermişti birdn. İçimizin sıkıntısını yüzümüzden okumuş olmalıydı ki;

“Hayrola, bu ne hal? Karadeniz’de gemileriniz mi battı?” diye bize takılmıştı.

Boş bulunup, durumu kendisine anlatmıştık. Sıcacık gülümsemişti:

“Üzülmenize, sıkılmanıza gerek yok çocuklar” demişti ve hemen arkasından eklemişti, “Siz formalarınızı Zeki Rıza Bey’in mağazasına ısmarlayın, faturasını bana göndersinler”

Sultanhamam meydanında, o anda sevincimizden göbek atacaktık neredeyse.

Ve böylece Fenerbahçe’nin ilk basketbol takımı, ilk formasına kavuşmuştu. Nur içinde yat sevgili Raif Dinçkök ağabeyimiz.

Dünyalar bizim olmuştu artık. Fenerbahçe’nin artık formalı bir basketbol takımı vardı.

Takımımız İstanbul 2. Ligi’ne alınmıştı. Fakat o tarihlerde, lig maçları öncesinde, “Teşvik Turnuvası” adı altında hazırlık maçları yapılırdı. Bu maçlara, küme farklı gözetilmeksizin İstanbul’un tüm basketbol takımları katılırdı.

Şans daha ilk turda bizi bulmuştu. Daha doğrusu vurmuştu. Kur’ada karşımıza yılların şampiyonu ve yenilmez armada Galatasaray çıkmıştı. Ve 21 ocak 1945 günü, Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda, yılların şampiyonu Galatasaray'ın karşısında topu topu birkaç aylık bir geçmişe sahip Fenerbahçe’nin o cılız takımıyla potalar altında ezeli rekabetin ilk tohumunu atmıştık.

Sonuç, 48-15 yenilgi olmuştu bizim için.

İLK BAŞARILAR, İLK KUPAMIZ

1946 yılı başında, İstanbul Bölge tarafından düzenlenen “Dörtlü Turnuva” bzim için ilk başarı oldu. İstanbul 2. Ligi’nin ilk dört takımı arasında eliminasyon usulüyle yapılan bu maçlarda kazandığımız iki galibiyet bize yalnız şampiyonluk hazzını ilk kez yaşatmakla kalmamış, aynı zamanda Spor Oyunları Federasyonu (o zamanlar basketbol; voleybol ve hentbol ile birlikte bu ad altında toplanan bir federasyona bağlı bulunuyordu) tarafından Edirne’de düzenlenen “Trakya Kupası” maçlarına katılma hakkını da bize bağışlamıştı. Bu, hepimiz için haklı bir sevinç ve hatta gurur kaynağı olmuştu.

Hele Edirne’deki “Trakya Kupası” bizim için ne büyük heyecan vesilesi olmuştu yarabbi. Uykularımız kaçmıştı heyecandan.

Birinci takımımızdaki oyuncularımızdan bazıları, işleri nedeniyle İstanbul’dan ayrılamadıklarından, bu seyahate genç bir kadro ile gitmek zorunda kalmıştık. Beyoğluspor’dan ayrılıp bize katılacağını vadeden Avram Barokas da bu seyahate iştirak etmişti. Barokas, büyük bir istikbali olan çok iyi bir genç oyuncuydu. Nitekim daha sonra uzun yıllar Milli Basketbol Takımımızda yer alarak büyük değerini kanıtlayacak, ancak Beyoğluspor’u bırakıp Fenerbahçe’ye gelemeyecekti.

İkinci mevki tren, kafile tenzilatı da yapılınca çok hesaplı geliyordu. Üstelik yol parası Federasyon tarafından karşılanıyordu. Edirne’de yemek ve yatma masrafları da Edirne Bölgesi’ne ait bulunduğundan, Muhtar’ın Yönetim Kurulu kapısında nöbete girmesine de ihtiyaç göstermemişti çok şükür.

İlk maçımızda Edirne Lisesi takımını 41-16, ikinci maçımızda da Edirne Karması’nı 32-20 yenerek “Trakya Kupası”nı kazanmıştık. İki güzel oyun ve iki güzel galibiyetle elde ettiğimiz ve Fenerbahçe’ye basketbol sahalarından gelen ilk kupaydı bu.

Takım kaptanımız Şükrü Mete bu kupayı Edirne Valisi’nin elinden alırken Muhtar’cık gözyaşlarını tutamamıştı. Fenerbahçeli basketbolcuların kendilerine verilen madalyaları Edirne Karması basketbolcularına hatıra olarak armağan etmeleri de büyük sevgi gösterilerine yol açmıştı.

Edirne Lisesi’nde ağırlanan Fenerbahçe basketbol takımı Edirne tren istasyonundan büyük bir kalabalığın sevgi gösterileri ve “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” tezahüratı arasında ayrılmıştı.

Sevgili dostum Muhtar Sencer’in, basketbol takımıyla ilgili tüm maddi sorunların hallinde “Sihirli Değnek” olacağını umduğu bu ilk kupa ile kulübe gidişini hiç unutamam. Nur içinde yat koca Muhtar.

Gelgelelim bu “ilk kupa” da Yönetim Kurulu’nun basketbol şubesine ilgisini ve teveccühünü çekmekten uzak kalmıştı. O günleri yaşayanlar için paha biçilmez bir değeri bulunan bu meşhur Trakya Kupası bugün nerededir acaba? Fenerbahçe Kulübü’nün sorun tüm dallarındaki bin bir şan ve şeref anılarıyla dolu o zengin müzesinin bir köşesinde boynu bükük duruyor mu, yoksa bir kenara atılıp gitti mi? O tarihten bu yana Fenerbahçe Müzesi’nin dört kez taşınıp yer değiştirdiğini düşünecek olursak, kaybolup gitmiş bulunması da bir ihtimaldir. Bu nedenle Fenerbahçe Müzesi’nde bu kupayı aramaktan korkmuşumdur hep. İtiraf etmek gerekir ki; hiç de güzel bir görünüşü yoktu bu teneke kupanın. Fakat hiç kuşkusuz ağırlığınca altından çok değerliydi bizler için.

Trakya Kupası gerçi yönetim kurulunun ilgisini çekmemişti ama takımımıza bambaşka bir hava, bir azim, bir hırs ve bir güven vermişti. Fenerbahçe takımı bu kupayı kazanmakla, şampiyon bir takım olabileceğini kendine kanıtlamıştı hiç olmazsa. Bu başarı, içinde bulunduğumuz İstanbul 2. Ligi’nde de bal gibi tekrarlanabilirdi.
“Ne dersin, şampiyon olabilir miyiz?”

Muhtar Sencer’in ağzından düşürmediği meşhur piposunu dişleri arasında kemire kemir sorduğu bu soruya kim bilir kaç kereler muhatap olmuştum.
“Neden olmasın? Elbette oluruz” diye karşılık verirdim her seferinde.
“Allah Allah” diye o meşhur narasını atan sevgili dostum tarifsiz bir heyecan içinde ilave ederi “Seni Allah söyletiyor inşallah”

Ne günler, ne heyecandı o.

VE ŞAMPİYONLUK

Amacımız, dileğimiz, 2. Lig’de şampiyon olarak 1. Lig’e yükselmekti. Tüm hesaplarımızı ve çalışmalarımızı bunun üzerine yapıyorduk.

Ancak itiraf etmeliyim ki, 1. Lig beni korkutuyordu. Bu ilgisizlik içinde 1. Lig bizim için bir “hüsran girdabı” da olabilirdi. Orada çok daha büyük maddi problemlerle uğraşmak zorunda kalacaktık. Bu muhakkaktı.

Nur içinde yatsın; Muhtar Sencer, her zaman herkese karşı iyi niyetle düşünen bir yaradılışa sahipti. Takım 1.Lig’e yükseldiği takdirde Yönetim Kurulu’nun da ilgisini ve teveccühünü kazanacağı inancı içindeydi. Bu yüzden içimdeki korkuyu kendime saklayıp en yakın arkadaşım olan Muhtar’a bile açıklayamıyordum. Zaten şampiyonluk arzusu içimdeki o büyük korkuya da üstün geliyordu.

Basketbolcularımız da şampiyonluk konusunda azimli, hatta kararlı görünüyorlardı. Bu da umut, hatta sevinç verici bir haldi bizler için. Sporda moral kuvvetinin başarı yolunda en büyük etkenlerden biri olduğuna her zaman yürekten inanmışımdır.

1. Lig bir yana, 2. Lig’de de zorlu maçlar ve güçlü rakipler bizi bekliyordu. Bunu hepimiz çok iyi biliyorduk. Ve takımımız da lige bunun bilinci ve başarılı olmanın inancı içinde girmişti. İşe de iyi başlamıştık. İlk maçlarda aldığımız galibiyetler, takımımızın esasen yüksek olan moralini büsbütün yükseltmişti.

Şampiyonluk yarışında en büyük rakibimiz Kurtuluş idi. Rakibimiz aynı zamanda şampiyonluğun da en büyük favorisi olarak gösteriliyordu. Ancak basketbolcularımızın moralleri öylesine yüksek, kendilerine güvenleri öylesine büyüktü ki, Kurtuluş’u bile gözlerine kestirmekteydiler:
“Kurtuluş’u da yeneceğiz” sözleri ağızlarından düşmüyordu.

Bütün takım buna yürekten inanmıştı.

Ve 2. Lig’de şampiyonluğun düğümü son maça kalmıştı. Fenerbahçe de, Kurtuluş da yenilgi yüzü görmeden son maça gelmişlerdi. 9 Şubat 1947 sabahı Eminönü Halkevi Spor Salonu’nda dananın kuyruğu kopacaktı.

Maç saat 10’da idi. Saat 8’de Muhtar’ı kapımda buldum. Evim Cağaloğlu’nda ve Eminönü Halkevi’ne birkaç yüz metre uzaklıktaydı.

“Haydi gidelim” diye heyecan içinde konuşmuştu.

“Bu saatte daha kapı bile açılmamıştır” diyecek olmuştum.

“Allah Allah” diye feryat etmişti dostum. “Yahu bu şampiyonluk maçımız. Bu kadar genişlik olur mu?” diye söylenmeye başlamıştı.

Rahmetli annemin ısrarıyla bir kahve içecek kadar oturabilmişti. Rahmetli dostum Kocamustafapaşa’daki evinden kim bilir saat kaçta çıkıp yollara düşmüştü?

O güneşli ve şaşılacak kadar ılık Şubat sabahı Eminönü Halkevi’nde maça takımımız ancak 6 oyuncuyla çıkabilmişti. İki sakatımız vardı. Zaten topu topu sekiz oyuncudan ibaretti kadromuz.

O gün çocuklar sahada aslanlar gibi mücadele vermişlerdi. Maçın ilk yarısını 18-14 önde kapatmıştık. Gerçi öndeydik ama bu maçın sonucu için bir garanti olmaktan uzak bir skordu. İkinci yarıda, özellikle son yedi dakika içinde takımımız öyle bir oyun çıkarmıştı ki, Kurtuluş’un o güçlü takımını adeta dağıtmıştık. Şükrü Mete’nin ve Hanri Düvenyas’ın uzaktan şutları; Jak Habib ile Mişel Gabay’ın pota altındaki turnikeleri ile takımımız o güçlü rakibini 36-29 yenmeyi başarmıştı.

Ne büyük heyecan, ne büyük sevinçti o yarabbi. Bütün takım maçtan sonra saha ortasında adeta kenetlenmişti. Gözler sevinç yaşlarıyla buğuluydu.

Şükrü Mete, Jak Habib, Aron Habib, Hanri Düvenyas, Mişel Gabay, Moris Meşulam’dan kurulu Fenerbahçe takımı bu unutulmaz galibiyetle 2. Lig’de şampiyonluğu kazanarak İstanbul 1. Ligi’ne yükselmeyi başarmıştı.

Çocuklar gibi şendik.

Rahmetli Muhtar’cığım, nefesleri kesen bu maçın son dakikalarını heyecanından izleyemeyip soyunma odasına kaçmıştı. Hatta yalnız kaçmakla da kalmayıp kapıyı bile arkasından kilitlemişti. Onun bu halini, o heyecan ve mutluluk dolu günün unutulmaz bir anısı olarak hala yaşarım.

Maçtan sonra bahçede şampiyon takımın fotoğrafını çekerken elim heyecandan hala titriyordu. Nasıl titremesin ki; gerçi ben Muhtar’a takılıyordum ama bütün gece gözüme uyku girmemişti. Hatta kimseye renk vermemiş olmama rağmen günlerden beri bu maçın heyecanını içimde yaşıyordum. O heyecanlı bekleyişten ve bu heyecanlı maçtan ve elde edilen mutlu sonuçtan sona elim deklanşöre basarken titremişse çok mu?

MERHABA 1. LİG

Evet artık 1. Lig’deydik. Ve işin asıl zor tarafı bundan sonra başlıyordu. 1.Lig’e çıkmaktan çok orada tutunmak ve kalabilmek önemliydi. Tutunamayıp düştüğümüz takdirde, tekrar 1.Lig’e yükselmek bizim için hayal olurdu. Hatta bu belki de Fenerbahçe Kulübü’nde basketbolun sonu dahi olabilirdi. İtiraf etmeliyim ki bu endişelerin rahatsızlığı içindeydim.

1. Lig’de ne yapabilecektik? Bunu Muhtar Sencer ile oturup günlerce, saatlerce uzun uzun görüştük, tartıştık. 1. Lig’de kalabilmek için öncelikle iyi ve güçlü bir kadroya sahip olmamız gerekiyordu. Ülkede basketbolcu sayısı zaten çok azdı. Hele iyi basketbolcu, çok daha azdı. Veonlar da birer takımın adeta tapulu malı olmuşlardı. O güzel amatörlüğün doğal tezahürüydü bunlar.

Üç genç basketbolcumuz Silvio Guerson, David Filiba ve Izak Ventura’ya birinci takımda şans vermekten başka bir şey yapamadık. Zaten yapabilecek güce de sahip değildik maddi açıdan. Rahmetli Muhtar Sencer, Beyoğluspor’da oynamakta olan genç ve yetenekli Avram Barokas’tan Fenerbahçe’ye geleceğine dair yeni bir vaat almıştı. Oysa Barokas daha önce de aynı vaatte bulunmuş, hatta “Trakya Kupası” maçları için Edirne’ye giden kadroda da yer almış vesonunda Beyoğluspor’dan ayrılmamıştı. Bu kez de aynı çalımı atabilirdi. Rahmetli Muhtar buna, ta ki yeni çalımı yiyene kadar ihtimal dahi vermek istememişti.

Takımın en tecrübeli oyuncularından biri olan Mişel Gabay, mesleği icabı antrenmanlara doğru dürüst gelemiyor; işlerinin çokluğu , basketbol oynamasını bile engelliyordu. Mişel, zamanın ünlü terzisi İzzet’in makastarı idi. İşleri hakikaten yoğundu. Terzihanenin en zorlu işi onun sırtındaydı. Ve Mişel, artık yaşlandığını ve basketbolu oynarken zorlandığını söylüyordu.
“Fenerbahçe’yi de, basketbolu da, sizleri de çok seviyorum. Fakat inanın başka çarem yok. İşim, basketbolumu engelliyor” diyordu.

Mişel Gabay samimiydi. Kendisiyle vedalaşmaktan başka çaremiz yoktu.

Elde kalan eskilerle gençleri bir araya getirip 1. Lig’e öyle girdik. Ve iyi de başladık. Ancak daha ligi ortalamadan bir darbe daha indi takımımıza. En iyi oyuncularımızdan biri olan ve Fenerbahçe’nin milli basketbol takımımıza verdiği ilk eleman bulunan Aron Habib’in askere gitmesiyle takımımız bir anda yarı gücünü yitiriverdi.

Jak Habib’in kardeşi olan ve bu nedenle “Küçük Habib” adıyla anılan Aron Habib, uzaktan mükemmel şutları olan ve büyük bir basketbol zekasına sahip oyuncuydu. Sürati de, driplingleri de, asistleri de mükemmeldi. Takım için çok yararlı bir elemandı. Hele bizim takım için.

Onun yokluğunu çok hissedecektik.

Bütün bunlara rağmen Fenerbahçe basketbol takımı o sezon ligi, Galatasaray ve Beyoğluspor gibi en güçlü iki rakibin arkasından üçüncü sırada bitirmeyi başardı. Ve üçüncülüğü kazanmakla da “Federasyon Kupası” maçlarına katılma hakkını elde etti. Bu da önemli bir başarıydı bizim için.

TERSLİKLER BİTMİYOR

O sene Federasyon Kupası maçları İstanbul’da oynanacaktı. Bu bizim için bir şanstı. Ancak gel gelelim terslikler bir türlü yakamızı bırakmıyordu. Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda oynanan maçlarda Federasyon Kupası’nı kazanmamıza ramak kalmışken bunu elimizden kaçırdık. Kupayı elimizden alıp kaçıran da bir Fenerbahçeli oldu ne çare. Askere gönderdiğimiz Milli Basketbolcumuz Küçük Habip vatani görevini hava eri olarak Eskişehir’de yapıyordu. Ve final maçında karşımıza onun da yer aldığı Eskişehir Havagücü takımı çıkmıştı. Ve bizim Küçük Habip, gencecik bir teğmen olan Çelikcan ile birlikte bizi yakmışlardı. Daha sonra Hava Generali olarak tanıyacağımız rahmetli Çelikcan Şişmantürk de unutulmaz bir basketbolcuydu. Ve işin ilginç yanı o da Fenerbahçe’ye büyük sempatisiyle tanınıyordu.

Maçtan sonra sevgili ve sevimli Küçük Habip, büyük bir mahçubiyet içinde bizden fellik fellik kaçmıştı. Aron Habib ne çare ki bir daha aramıza dönmedi, dönemedi. Askerden terhis olur olmaz İsrail’e gitti ve orada yerleşti. Böylece yalnız Fenerbahçe değil, milli takımımız da en iyi bir oyuncusunu kaybetmiş oldu. Sarı-Lacivert forma altında onun yerini ortanca ağabeyi Mordohay Habib aldı.

GEDİK ÜSTÜNE GEDİK

1948 yılında Fenerbahçe basketbol teknesi iki büyük yara daha aldı. Takım kaptanı Şükrü Mete ile antrenör oyuncumuz Jak Habib, kendilerini emekliye ayırdılar. Yerleri kolay dolmayacak iki oyuncumuzu daha kaybetmiştik. İlk kuruluş günlerinden itibaren Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandıran ve Fenerbahçe basketbolunun temelinde alın terleri bulunan bu iki unutulmaz ismi burada sevgiye ve takdirle yad etmeyi ödenmesi benim için şart olan bir borç bilirim.

Şükrü Mete ile Jak Habib'in gidişleri takımımız için gerçekten büyük kayıptı. Rahmetli Muhtar Sencer ile paçaları sıvayıp teknemizde açılan bu imi büyük rahnetyi kapatabilmek için yeni isimler aramaya koyulduk.

Üzerinde durduğumuz filiz gibi bir delikanlı vardı: Vefa’da oynamakta olan Sacit Seldüz. Türk voleybolunda olduğu kadar Türk basketbolunda da büyük bir gelecek vadeden bir isimdi Sacit. Kendisiyle konuştuk. Tüm isteği, çalışacağı bir iş bulmamızdı kendisine. Bir iş bulduğumuz takdirde seve seve Fenerbahçe’ye geleceğini söylüyordu. Bu konuda da Raif Dinçkök imdadımıza Hızır gibi yetişmişti. Bu genç basketbolcuya Sultanhamam’daki mağazasında iş vermişti Dinçkök. Gönlü Fenerbahçe sevgisiyle dolu bu upuzun, dal gibi delikanlıyı Fenerbahçe’ye aldık. Bu büyük transferin gerçekleşmesinde Muhtar’ın gösterdiği büyük çaba asla unutulamaz.

Bu arada Fenerbahçe Kulübü’nün kurucu üyelerinden olan rahmetli Dr. Ömer Seyfeddin Yalkın’ın oğlu Erdoğan Yalkın ile Reştan Aras ve Orhan Zeren gibi üç genç atletimize de Fenerbahçe basketbol takımında yer verdik. Bu çocuklar, atletizme iyi bir kış idmanı olacağı düşüncesiyle aramıza gelmişlerdi. Fakat sonunda atletizmi bırakıp basketbolda karar kılmışlardı.

Genç, fakat iyi bir kadro oluşturduğumuza inanıyorduk. Artık potalar altında iddialı olabileceğimizi bile düşünmeye başlamıştık.

Ancak daha ligler başlamadan tüm hevesimiz bir anda kursağımızda kalıvermişti. Vefa kulübü yöneticileri, transferine muğber oldukları Sacit Seldüz’ü asker kaçağı olarak ilgili makamlara ihbar etmişlerdi.

Genç basketbolcu bir gece içinde evinden alınıp askeri makamlara teslim edilmiş ve kendisinin derhal Sivas’a sevkine karar alınmıştı. İş öylesine apar topar olmuştu ki; Sacit’i ancak Sirkeci’de sevkiyat yerinde bulup görüşmemiz mümkün olabilmişti. Son derece üzgün ve düşünceliydi o neşe dolu, espri dolu sevimli delikanlı. Kendisiyle ancak birkaç dakika görüşmemize izin vermişlerdi. Onu dilimiz döndüğünce teselli etmeye çalıştık. Sacit’in tek düşüncesi, evde yalnız ve zor bir durumda kalan yaşlı anasıydı. O konuda da yardımcı olacağımızı anlatmaya çalıştık. Ve büyük umutlar beslediğimiz Sacit Seldüz de böylece ve Fenerbahçe formasını sırtına giymeden adeta aramızdan uçup gidivermişti.

Bu olaya Raif Dinçkök de en az bizler kadar üzülmüştü. Ve yanında topu topu birkaç gün çalışan bu genç basketbolcuya derhal sahip çıkmıştı. İki yıllık askerliği boyunca Sacit’e maaşını göndermiş, terhisinden sonra derhal yanına almış ve ona iyi bir istikbal temin etmek konusunda da yardımcı olmuştu.

Raif Dinçkök, Fenerbahçe basketbolunun en zor günlerinde Hızır gibi imdada yetişen bir kişi olmuştu. Onun o büyük katkıları asla ve asla unutulamaz. Nur içinde yatsın.

YENİ YENİ İSİMLER

1949 yılında Fenerbahçe’de genç bir kadro oluşturduk. Silvio Guerson, David Filiba, Mordohay Habib, Erdoğan Yalkın, Reştan Aras, Orhan Zeren, Arşalon Arditti gibi genç isimlerin arasına başka gençleri de katmayı başardık. Bu arada İstanbul Teknik Üniversitesi’nde öğrenci olan iki genç basketbolcunun üzerinde ısrarla duruyorduk. Bunlardan Ayduk Koray, İstanbulspor’da oynuyordu. Diğeri ise Enis Günşar’dı. O da İstanbul Erkek Lisesi’nden yetişmişti. Önce onların transfer işlerini hallettik. Sonra yine Vefa’ya el attık. Yeşil-Beyaz formalı takımda Affan Başak gibi pırıl pırıl bir genç yetenek vardı. Onu da çekip aldık. Bu arada Vitali Benazus gibi bir başka genç yeteneğin transfer işini de hallettik. İşler yoluna giriyordu yavaş yavaş. Fakat içimizde telafisi imkansız bir ukde vardı:
“Ah bir de Sacit olsaydı...” diyorduk sevgili Muhtar’la.

BU GENÇLERE BİR DE ANTRENÖR GEREKİYORDU

Bu genç kadronun iyi bir de antrenöre ihtiyacı vardı. Onlara basketbolun inceliklerini en iyi şekilde öğretebilecek ve onları en iyi biçimde değerlendirebilecek bir antrenöre.

Rahmetli Muhtar Sencer ile kafamızı bu konuya takmıştık artık. Benim aklıma daha ilk andan itibaren, Türkiye basketbolu en iyi bilen ve bu spora inanılmaz hizmetler vermiş olan Feridun Vasfi Koray’a takılmıştı. Beyni de, yüreği de basketbolla dopdolu bulunan sevgili Feridun Koray, Galatasaray kulübünde basketbolun en büyük mimarlarından biri olmuştu. Ancak Feridun, bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe basketboluna hizmete razı olur muydu?

Feridun Koray’ın adı Muhtar’a da cazip geliyordu. Ancak bu teklifimizi kabul edebileceğine pek ihtimal vermiyordu. Benim ısrarımla bir kez ağzını aramamızı kabul ettiydi rahmetli arkadaşım. Feridun Koray ile bir sohbetimiz sırasında, aramızda kararlaştırdığımız üzere önce ağzını aradık. Sevgili dostumuz tepeden iner gibi konuştu

“Fenerbahçe’yi çalıştırmamı mı istiyorsunuz?” diyiverdi birden.

Bu kez ben en kestirme oldan cevapladım:

“Evet”

Muhtar, işin en zor ve sıkıntılı yönüne, lafı ağzında geveleyerek girdi:

“Yanız Feridun şunu bilmeni isteriz ki...”

Rahmetli Feridun Koray, cin gibi zeki bir insandı. Sözü nereye getirmek istediğimizi o anda anlamıştı:

“Kes sesini, bayramlık ağzımı açtırma” diye tersledi Muhtar’ı, sonra her zamanki o tatlı ve neşeli haliyle bana döndü “Ne zaman çalışmaya başlıyoruz” diye sordu.

Türk basketboluna unutulmaz hizmetleri olan ve bu sporun Türkiye’deki en büyük mimarlarından biri bulunan Feridun Koray, eski ve köklü bir Galatasaraylı olduğu halde, sanki doğuştan Fenerbahçeliymiş gibi aramıza katıldı. Dört elle işine ve takıma sarıldı, Fenerbahçe basketboluna şevkle hizmet etti. Hem de tamamen fahri olarak bu işi yaptı.

Rahmetli Feridun Koray’ın Türk basketboluna ve Galatasaray’a olduğu kadar Fenerbahçe basketboluna da hizmetleri asla unutulamayacak kadar büyüktür. Uzun yılların bu sevgili dostunu da burada sevgiyle ve rahmetle anmak isterim. Nur içinde yatsın.

Ve artık Fenerbahçe basketbol takımı, o yetenekli gençleri ve değerli hocasıyla iyi bir gelecek vaat etmekteydi.

ARTIK SEYİRCİMİZ DE VAR

Basketbol lig maçları İstanbul Teknik Üniversitesi’nin Gümüşsuyu’ndaki salonunda oynanıyordu. Ve ilk seyircilerimiz de bu salonda boy gösterdiler. Onlar sadece iki kişide olsalar, bizim ilk vefakar seyircilerimizdiler. Biri İETT idaresinde tramvay vatmanlığı yapan Vatman Hasan, diğeri de aynı zamanda kulüp üyemiz bulunan Mevlüt. Biri Fenerbahçe uğruna tramvay idaresindeki işini, diğeri ise sağlığını kaybetmiş iki büyük Fenerbahçe aşığı.

Sonra onlara bir üçüncüsü eklenmişti Mustafa Kevkep... Galatasaraylı bir babanın Fenerbahçe hastası oğlu.

Vatman Hasan, 1958 yılında idaresindeki tramvaya Beyazıt’tan geçerken, kendisi gibi hasta Fenerbahçeli olan bir taksi şoförü arabasıyla tramvaya yaklaşıyor. Bizimki nispet verircesine sesleniyor:

“Bizim takım İngiltere’den dönüyor, onları karşılamaya Yeşilköy’e gidiyorum”

Fenerbahçe futbol takımı turneye çıktığı İngiltere’den dönüyor. Vatman Hasan hiç durur mu? Ani bir frenle tramvayı durduruyor ve bağlıyor:

“Bekle ben de geliyorum” diye sesleniyor. Ve tramvaydan atlayıp arkadaşının taksisine biniyor hemen. Ver elini Yeşilköy.

Koca tramvay Beyazıt meydanında bağlı kalıyor, yol tıkanıyor, ortalık birbirine giriyor tabii. Ve neticede Vatman Hasan da işinden oluyor tabii.

Mevlüt, Fenerbahçe basketbol takımının hiçbir maçını kaçırmamıştı. Bunlarında arasında elbette Galatasaray ile oynanan maçlar da vardı. Fakat sevimli insan hiçbir Fenerbahçe-Galatasaray maçını seyretmemiş, seyredememişti. Ya koridorlarda sigara üzerine sigara içerek volta atmış, ya da soyunma odasına kendini hapsetmişti. Ancak Fenerbahçe’nin galibiyeti garantilediği maçların son bir iki dakikasında salona girebilmişti Mevlüt. Fenerbahçe aşkıyla dopdolu yüreği, ezeli rekabetin potalar altındaki mücadelesinin heyecanını kaldıramamıştı bir türlü. Sonunda kalbinden hastalanmasında ve önemli bir açık kalp ameliyatı geçirmesinde bu heyecanın etkisinin olduğu da muhakkaktı herhalde. Ameliyattan sonra da basketbol maçlarındaydı Mevlüt. Bir maçta onu rengi kireç gibi bembeyaz halde ve her yanı titrer halde görünce hem üzülmüş hem de telaşlanmıştım. “Gelme artık şu maçlara ve Mevlüt” diyecek olmuştu. Acı acı gülümsemişti.
“Fenerbahçesiz yaşamaya, yaşama der misin hoca?” diye söylenmişti.

Fenerbahçe basketbolunun ilk seyircileri, Vatman Hasan, Mevlüt ve Mustafa Kevkep bugün aramızda yoklar. İlk sevinçlerimizi, üzüntülerimizi ve heyecanlarımızı paylaştığımız bu üç insanı da Fenerbahçe basketbolunun 50 nci yılında sevgiyle, saygıyla ve rahmetle anıyorum.

POTALARDA DA EZELİ REKABET

Bu yıllarda Türk basketbolunda da bir Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti başlamış bulunuyordu. Ancak bu, Ezeli Rekabet’in şanına yakışır bir rekabet olmaktan çok ama çok uzaktı. Buna ancak Fenerbahçe-Galatasaray rekabeti denilebilirdi. 1930’lu yıllardan beri şampiyonluğu elinde tutmakta olan Galatasaray’ın, Türk basketbol tarihine “Yenilmez Armada” adıyla geçen o güçlü takımına, Fenerbahçe’nin alabildiğine cılız imkanlarla oluşturulmuş takımının karşı koymasına imkan olamayacağı muhakkaktı. Buna rağmen Fenerbahçe basketbol takımı, 21 Ocak 1945 gününden beri “Yenilmez Armada” karşısında haysiyetli bir mücadele vermekteydi.

Sırası gelmişken, Fenerbahçe-Galatasaray maçları tarihinin en farklı sonucunun yaşandığı maça da kısaca değinmek isterim.

15 Ocak 1950 günü İTÜ Salonu’nda yapılan lig maçında Galatasaray’ın Fenerbahçe’yi 105-39 yenmesi, bu rekabetin en farklı sonucunu teşkil eder. Bu sonucun altında yatan gerçeklerin bilinmesi lazımdır.

Bu maçta “Yenilmez Armada”nın o ünlü ve güçlü “Ali Uras, Hüseyin Öztürk, Erdoğan Pertener, Yalçın Granit, Yılmaz Gündüz, Ayhan Öz ve Ertem Göreç’ten kurulu kadrosunun karşısına Fenerbahçe, sadece beş oyuncudan (Ayduk Koray, Enir Günşar, Affan Başak, David Filiba, Silvio Guerson) kurulu bir takımla çıkmak zorunda kalmıştı. Sakatlıklar ve hastalıklar yüzünden altıncı adamı bulup yedek sırasına oturtamamıştık.

Affan, daha ilk yarı sonuçlanmadan faul sayısını doldurup safdışı kalmıştı. Oyuna dört kişiyle devam eden Fenerbahçe, ikinci yarının altıncı dakikasında da Filiba’nın faullerini doldurup çıkmasıyla son 14 dakikayı 3 kişiyle oynamak zorunda kalmıştı. Sahadaki 3 Fenerbahçeli, Ayduk Koray, Enis Günşar ve Silvio Guerson, o güçlü rakip karşısında haysiyet dolu, ölümüne mücadele vermişlerdi. Fakat onların beşe karşı üç olarak verdikleri bu amansız mücadele, ağır yenilgiyi önleyememişti. Son nefesine kadar amansız bir savaş verilmiş, ancak kale düşmüştü.

Ne kadar hazindir ki; bizleri bu büyük yenilginin sorumluları olarak suçlayan ve gözleri futboldan başka bir şey görmeyen o günlerin bazı yöneticileri, Fenerbahçe takımı potalar altında fırtına gibi esmeye başlayınca takımın başında boy göstermeye başlayacaklardı. İçlerinde kendilerinin de eskiden basketbol oynadıklarını söyleyenler de çıkacaktı. Aradan beş yıl geçtikten sonra, bir Türkiye Şampiyonası maçında Galatasaray 40-27 galip durumdayken, oyunun bitmesine 40 saniye kala sebepsiz olarak Fenerbahçe takımını sahadan çekeceklerdi onlar. Bu, Modaspor takımını şampiyon yapmak için başvurulan bir garip haldi. Ancak onu da başaramamışlardı bu yöneticiler (veya yönetici). Fenerbahçe basketbol tarihinin yarım yüzyıllık tarihinde bu olay ilk ve son kara leke idi. Ve bu kara leke, bizleri aır bir hezimetin suçluları olarak itham edenler tarafından sürülmüştü ne çare...

Spor yöneticiliğinin bir garip cilvesidir bu gibi olaylar. Aslında belki de bunlara gülüp geçmek gerekir. Ama mümkün mü?

ÜÇ BÜYÜK KAZANCIMIZ

1951 yılında Fenerbahçe basketbol takımı üç büyük kazanç sağladı. Beykozlu milli basketbolcu Nejat Diyarbakırlı ile Beyoğlusporlu Aleko Morisis Fenerbahçeli oldular. Bu arada bir de Amerikalı bulmuştuk. Bu, Karamürsel’deki Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nde görevli Astsubay Fredrick Chuck Rozenkronz idi.

Chuck, o tarihe kadar Türkiye’ye gelmiş yabancı basketbolcuların hiç kuşkusuz en iyilerinden biriydi. Bu beyaz tenli sarışın başçavuş, o günlerin ölçülerine göre gerçekten “süper” idi. Kendi gibi sarışın eşi Mary de Fenerbahçe basketbol maçlarının en vefalı ve en heyecanlı seyircilerinden biri olmuştu. Artık ilk üç seyircimize bir de bayan seyirci eklenmişti dördüncü olarak.

Ancak gelgelelim kulüp yönetimi ile basketbol şubesi arasındaki kopukluk sürüp gidiyordu. İlgisizliği kabullenmiştik artık da iş “zarar verici” hale dönüşmekteydi. Biz biraz destek beklerken bilakis gittikçe dozu artan köstekle karşılaşıyorduk. Bu nasıl işti? Bu nasıl kulüpçülüktü?

KORKUNÇ KARAR

4 Şubat 1951 günü oynanacak Fenerbahçe-Galatasaray maçının arifesinde yönetim kurulunun bir üyesinin Fenerbahçe basketbol şubesinin kapatılmasına ve Modaspor kulübüne devri hakkında prensip kararına varıldığını açıklaması basketbol çevrelerimizde bomba gibi patlamıştı.

Rahmetli Muhtar Sencer ile aklımızı oynatacaktık bu garip karar karşısında. Sebep asla parasal değildi. Takımın formaları dahi ya Raif Dinçkök tarafından yaptırılıyor, ya da Zeki Rıza Sporel tarafından kendi mağazasından hibe ediliyordu. Şubenin tüm masrafı, antrenmanlar için ödenen pek cüzi salon kiralarından ibaretti. Kuruluşunun altıncı yılında Fenerbahçe basketbol takımı henüz bir eşofman sahibi bile olamamıştı. Oyuncularımız yedek sıralarında ıslak pardösüleri veya paltolarına sarınarak oturuyorlardı. Ayakkabılar da herkesin kendi malıydı. Ve yıllardan beri Yönetim Kurulu üyelerinin yıldırımları en acımasız biçimde üzerimize yağıyordu:
“Bu takım Galatasaray karşısında Fenerbahçe’nin adını lekelemekten başka bir işe yaramıyor” diyenler bile vardı aralarında.

Ve ne kadar hazindir ki, bir insaf sahibi çıkıp da elini vicdanına koymuyordu:
“Beyler, ne veriyoruz ki, bu takımdan ne bekliyoruz?” diyemiyordu.

Bu takımın yılların dev ekipleri Beyoğluspor’u, Kurtuluş’u yendiğinden kimseler bahsetmiyordu nedense. Lig sıralamasında ikinciliği alıyorduk. Fakat yine de Galatasaray’ı yenememiş olmamız bir “büyük suç” oluyordu.

O günleri bir Galatasaraylı’nın kaleminden nakletmek isterim. Zamanın büyük basketbolcusu, Galatasaray ve Milli Basketbol Takımımızın eski kaptanı, daha sonraki yılların Galatasaray Başkanı Prof.Dr. Ali Uras kardeşim, basketbolda “Ezeli Rekabet’in 25. Yılı” münasebetiyle yayınlanan broşürde yer alan “25 Yıldan Arta Kalanlar Anılar” başlıklı yazısında şöyle diyordu:
“...Hasta derecede kulüpçü, çalışkan ve sempatik Muhtar Sencer’i ve bir Cem Atabeyoğlu’nu ise bu hava içerisinde tanıdım. Onların İdare Heyetleriyle mücadelelerini, bu spor dalının Fenerbahçe’de kurulması ve devamı için ne büyük fedakarlıklara katlandıklarını bütün tazeliği ile hala hatırlamaktayım.”

Sevgili Ali Uras’ın bu sözlerine ne ekleyebilirim ki?

Evet biz yalnız potalar altında rakiplerimizle değil, kendi içimizdeki düşmanlarla da mücadele veriyorduk. Hazin de olsa, gerçeğin ta kendisiydi bu.

4 Şubat1951 sabahı İTÜ Salonu’nda rahmetli Muhtar Sencer’in hıçkırarak:
“Gördün mü en sonunda yaptıklarını...” diyerek boynuma sarılması ve gözyaşları arasında “Madem ki şubeyi kapatıp takımı dağıtıyorlar, ben de yokum” diyişi gözlerimin önünden ve sesi kulaklarımdan gitmez.

Ve o meşhur siyah pardösüsünün upuzun eteklerini savura savura hızla yanımdan kaçıp gitmişti koca Muhtar.

Bomboş soyunma odasında tek başıma kalmıştım. Ne çare ki benim lisansları eline tutuşturup Muhtar’ın peşinden koşacağım bir kişi yoktu.

Soyunma odasının kapısından içeri giren her oyuncumuzun ilk sözü:
“İşittiğimiz haber doğru mu?” oluyordu.

Durumu tevile çalışıyordum.

“Böyle düşünenler, hatta böyle olmasını arzulayanlar dahi bulunabilir. Ancak bu tüm yönetim kurulunun böyle düşündüğünü göstermez. Bize şu ana kadar böyle karar Yönetim Kurulu tarafından tebliğ edilmemiştir”

Kimsenin canı oynamak istemiyordu. Çantasını önüne koyan, sıraların üzerine oturup kara kara düşünüyordu. Bir Galatasaray maçına çıkacak şu takımın haline bakın.

Amerikalı Chuck ise neler olduğunu anlayabilme şaşkınlığı içinde gözden göze bakıyordu. O neşe dolu insan da bu durgun havaya kendini kaptırmıştı. Hem de neler olduğunu anlamadan.

Gırtlağıma bir şeyler düğümlenmişti. Zorlukla yutkundum ve sesimi yükseltiverdim birden:
“Bakın çocuklar...” diye konuştum. “Yönetim Kurulunun içinde böyle düşünenlerin bulunması sizleri asla üzmemeli, bilakis kamçılamalı. Onları mahcup etmek için oynamalısınız bugün.” diye sözlerime devam ettiğimi hatırlıyorum bugün sadece. Sonra daha neler söyledim, bilemiyorum. Amerikalı Chuck, söylediklerimden çok sesimin tonundan ve yüzümün ifadesinden bir anlam çıkarmaya çalışıyordu. Olup bitenlerden habersiz bir o vardı aramızda. Bu da içinde bulunduğumuz durumun tek kazançlı yanıydı. Takımdan hiç kimse de durumu ona anlatmamayı yeğlemişti.

Takım soyunmaya başladı. Maçın hakemleri Yuda Çerasi ile Zeki öztaş’a lisansları vermek için soyunma odasından çıktım. Feridun Koray, görevi nedeniyle İstanbul’dan ayrıldığından, takım bir süreden beri antrenörden de yoksundu. Chuck antrenörlük görevini de üstlenmişti takımda. Böyle bir maç öncesinde, böylesine bir atmosferde takımın tüm sorumluluğu ise omuzlarıma binmişti.

Muhtar Sencer, İTÜ Salonu balkonunun tam köşesinde, sırtında uzun siyah pardösüsü, sırtını duvara yaslamış, bembeyaz yüzüyle bir mermer heykel gibi duruyordu. Çok şükür sevgili arkadaşım sırtını dayayacak bir destek bulmuştu kendine. Bende o da yoktu şu anda.

Sacit Seldüz, Nejat Diyarbakırlı, Silvio Guerson, Affan Başak, Reştan Sipahi, David Filiba ve Chuck Rosenkronz

İşte bu sekiz aslan çocuğun bu maçta sergiledikleri oyunu, ömrüm boyunca unutabilmeme imkan yoktur “Yenilmez Armada” eminim ki o güne kadar böylesine çetin bir cevizle karşılaşmamıştı. Başa baş, dişe diş bir mücadele vermişlerdi çocuklar o gün “Yenilmez Armada”nın karşısında. Ancak Galatasaray tecrübe ve klas üstünlüğü ile bu maçı son dakikalarda lehine çevirmesini bilmişti.

Ve sadece bir basket farkla; 54-56 yenilmiştik o gün.

Maçtan sonra Galatasaray kaptanı Ali Uras’ı, soyunma odalarına inen merdivenin başında kutlarken;
“İnan bana, kazandığımıza sevinemiyorum” diyişini hala unutamam.

Ali Uras, bu yenilgiden sonra Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin kapatılacağına samimi olarak inanıp ve yine samimi olarak üzülen biriydi. Maç sırasında sahada en çok yırtınıp didinen oyunculardan biri oydu, maçın sonunda ise gerçek bir sportmen olarak üzülen yine o olmuştu. İşte sporun ve sportmenliğin bir başka cilvesi.

Fenerbahçe’nin “Yenilmez Armada” karşısında çıkardığı oyun ve sadece bir farkla yenilmesinin yankıları öylesine büyük olmuştu ki; “Şubenin kapatılması ve takımın olduğu gibi Modaspor’a devredilmesi” konusu Yönetim Kurulu Toplantılarında bir daha gündeme getirilmemişti.

Gerçi “Ezeli Rakip” karşısında bir basket farkla yenilmiştik ama “İç Rakipler” karşısında çok anlamlı bir galibiyet, hatta bir zafer kazanmıştık.

Kısacası büyük bir varta bu maçla atlatılmıştı. Muhtar Sencer de daha maç bittiği anda aramızdaydı. Tekrar işbaşı yapmıştı. Onu kazanmamıştık, çünkü hiçbir zaman kaybettiğimize inanmıyorduk.

Daha büyük bir birlik ve beraberlik içinde yolumuza devam ediyorduk.

Hem de tüm fertleriyle çok daha büyük bir başarma azmiyle dopdolu olarak.

GENÇ TAKIM KURULDU

1951 yılı içinde giriştiğimiz önemli bir hareket olmuştu. Bir genç takım kurmuştuk. Muhtar Sencer ile kalkıp Robert College’e gitmiş, orada araştırmış; sorup soruşturmuş, okulun ikinci takımı hüviyetindeki ekibi olduğu gibi Fenerbahçe’ye çekip almıştık.

Bu aslında “Genç Takım” konusundaki ikinci girişimimizdi. 1949 yılında kurduğumuz ilk genç takım o yıl Teşvik Turnuvası şampiyonluğunu ve hemen arkasından da İstanbul ikinciliğini kazanmıştı. Hemen hemen tamamı Saint Joseph’li öğrencilerden oluşan bu takımdan birinci takıma Tuğrul Demir (sonradan Galatasaray’a gitti ve Kelle Tuğrul adıyla tanındı), Tonguç Gürcun ve Özcan Dinçer gibi genç değerler yükselmişti. Ancak arkası gelmemişti bu genç takımın. Bu bizden çok, Saint Joseph Lisesi’nde basketbolun birden durgunlaşması sonucuydu.

Ve şimdi yeniden bir genç takım kuruyorduk. Bu belki de bizim için “deliğine sığamayan farenin kuyruğuna balkabağı bağlaması” gibi bir şey olarak yorumlanabilirdi. Ancak Fenerbahçe basketbolunun geleceği için buna mecburduk. Birinci takımımızı temelden gelecek oyuncularla takviye etmemiz şarttı. Fenerbahçe basketbolunun geleceği altyapıdan gelecek gençlere bağlıydı. Bu değirmeni taşıma suyla döndürmemize imkan yoktu. Akacak bir kaynağımız olmalıydı.

Muhtar Sencer ile kılı kırk yararcasına hesaplar yapmıştık. Bu işi en az masrafla nasıl halledebileceğimizi, günlerce elimizde kağıt kalem, hesaplamıştık. Ve ancak ondan sonra bu işe girişmiştik.

Robert College’den aldığımız gençler arasında Mustafa Kasapoğlu, Mehmet Beklan Algan, Beydun Hansoy, Meten Serpen, Ergun Iren, Richard Day ve Tanaş Sion gibi yetenekler vardı. İlk yılında Beyoğluspor’a 1 sayı farkla yenilerek İstanbul ikincisi olan bu genç takım, bunun acısını hem o senenin Türkiye Şampiyonu, hem de ertesi yılın İstanbul ve Türkiye Şampiyonu olarak çıkarmıştı. Ve büyük değerini kanıtlamıştı.

Takım kaptanı Mustafa Kasapoğlu, bugün Türk tiyatrosunun güçlü bir aktörü ve yönetmeni olan Beklan Algan ve Yüksel Alkan, bu genç takımımızın büyük gelecek vadeden isimleri arasındaydılar. Bunlardan ilk ikisi birinci takım kadromuza kadar yükseldiler. Üçüncüsü ise Galatasaray’a gitti, orada Milli Takıma kadar sivrildi.

Pek genç yaşlarında Fenerbahçe birinci takımına yükselen bu gençlerimizden Mustafa Kasapoğlu’nun sağlık durumunun birden bozulması, Beklan Algan’ın da yüksek öğrenimi için Amerika’ya gitmesiyle hem Fenerbahçe, hem de Türk basketbolu, pek büyük bir gelecek vadeden bu iki genç yıldızından yoksun kaldı.

O yıl içinde Sacit Seldüz’ün askerden dönmesi Sarı-Lacivert formalı takımımız için büyük bir kazanç oldu. Ancak bu kez de takım kaptanımız Ayduk Koray askere gitti. Tüm iyi niyetlere ve tüm çabalara rağmen Fenerbahçe basketbol takımının iki yakası bir araya gelmiyordu ne çare.

SARACOĞLU KUPASI

Yine o yılın içinde, hiç de hesapta olmayan bir Ankara seyahati ortaya çıktı. Mülkiyeliler Birliği, “Şükrü Saracoğlu Kupası” adı altında bir basketbol turnuvası düzenlemişti. Rahmetli Şükrü Saracoğlu, çok uzun yıllar (aralıksız tam 26 yıl) Fenerbahçe Kulübü Başkanlığını yapmış; Adalet Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı ve hatta Başbakanlığı yıllarında da kulüpten hizmetlerini esirgememiş büyük bir sporsever ve gerçek bir Fenerbahçeli idi. Bu nedenle Fenerbahçe takımı bu turnuvaya özellikle davet edilmişti. Katılması da kaçınılmazdı. Yönetim Kurulu, kulübün parasal durumunun hiç de iyi olmadığından (ki gerçekten de öyle idi) bahisle pek az bir tahsisat verebilmiş, “Aman bununla idareye bakın” demişti.

Muhtar Sencer ile karşılıklı geçip uzun uzun hesaplara dalmıştık yine. Gidiş ve dönüş yol parası, otel ve yemek parasını elimizdeki parayla karşılayabilmemize imkan yoktu. Muhtar basit bir memur, ben de bir simit-çay devrinin genç bir gazetecisiydim. Parasal bir katkıda bulunabilecek güce sahip değildik asla. Ne yapacağımızı şaşırmış haldeydik.

Bir antrenman sonrasında çocukları toplayıp durumu açıkça anlattık. O güzelim amatörlüğün o tertemiz renk aşkıyla doluydu çocuklar:
“Üzülmeyin, nasıl olsa idare ederiz” dediler.

Amerikalı oyuncumuz Chuck ise eşiyle birlikte Ankara’ya bir Amerikan askeri uçağı ile gidebileceğinden bahsetti ve ayrı bir otelde kalması için bizden izin istedi. Chuck, çok iyi bir basketbolcu olduğu kadar mükemmel bir insandı da. Eşi Mary ise tam manasıyla “Fenerbahçe hastası” olmuştu. Çocuklar da bu talebini son derece olumlu karşıladı.

Chuck’ın bizimle gelmeyişi ve ayrı bir otelde kalacak olması, bir kişinin yol ve iaşe-ibate masraflarını da azaltıyordu. Bu durumda kıt kanaat idare edebilirdik herhalde. Sineğin yağını bile hesaplayacak haldeydik. Ve Fenerbahçe basketbolunu işte bu halin içinde ayakta tutmaya çalışıyorduk.

Ankara’ya gidiş-dönüş ikinci mevki tren biletlerimizi aldık. Kuşetli vagon bile bizim için hayli lüks olacağından kuşetsizini tercih etmiştik. Çocuklar akşam trene kumanyalarıyla gelmişlerdi. Köftesini, peynirini, haşlanmış yumurtasını, salamını, zeytinini, helvasını açıp ekmeğine katık eden trende nefsini köreltti. Ve şen şakrak saatler içinde Ankara yoluna koyulduk. Gönüller öylesine birdi ki, ikinci mevki tren kompartımanı bile çocuklara yataklı vagondan daha güzel gelmişti.

Gece, çocuklar biraz daha genişlersinler diye, Eskişehir’den Ankara’ya kadar olan yolu Muhtar Sencer ile birlikte vagonun koridorundaki açılır kapanır oturaklarda geçirmiştik.

Ankara’da, Sıhhiye ile Kızılay arasındaki “Gül Palas” oteli, Fenerbahçe’nin en eski atletlerinden Selahattin Bey’indi. Bu eski Fenerbahçeli ağabeyimiz; “Spor kafilelerine pek kapımı açmıyorum ama Fenerbahçe olunca işler değişir” diyerek bizi oteline buyur ettiği gibi yaptığı hatırı sayılır bir indirimle de gönüllerimizi ayrıca almıştı.

Saracoğlu Kupası’nın organizasyonu Mülkiyelilerindi. Yılmaz Gündüz, Gündüz Aktuğ, Seyhan Beşkök sacayağı, Organizasyon Komitesi’ni oluşturan öğrencilerdi. Onların aracılığı ile öğle ve akşam yemeklerini öğrenci kantininde az bir ücretle yemeyi de sağlayınca derin bir soluk almıştık.

Turnuvaya; Mülkiye, Harp Okulu, Gençlerbirliği ve Fenerbahçe takımları katılıyordu. Yedek Subaylığı yapmakta olan Fenerbahçe kaptanı milli basketbolcumuz Ayduk Koray da Harp Okulu takımında oynamaktaydı. Yalım’lı, Celal’li, Haluk’lu, Vedat’lı Harp Okulu, Ayduk’un da katılmasıyla büsbütün güçlenmişti.

Fikstüre göre; ilk gün Mülkiye-Fenerbahçe ve Harp Okulu-Gençlerbirliği oynayacaklardı. İkinci gün; Fenerbahçe-Gençlerbirliği ve Harp Okulu-Mülkiye maçları vardı. Turnuvanın son günü ile Mülkiye-Gençlerbirliği ve Fenerbahçe-Harp Okulu takımları karşı karşıya geleceklerdi.

İlk maçta ev sahibi Mülkiye karşısında fena halde karambole gelmiştik. Mülkiyeliler maçın hakemlerinin gelemediklerinden bahisle iki Mülkiyeli öğrenciyi hakem olarak karşımıza çıkarmışlar ve onlar da göz göre göre kanımıza ekmek doğramışlardı. Ve maçı üç sayı farkla Mülkiye kazanmıştı.

Maçtan sonra kantinde Yılmaz Gündüz, her zamanki sevimli haliyle yanımıza gelmiş ve olanca samimiyeti içinde;
“Kusura bakmayın” demişti. “Böyle olması gerekiyordu, malum ya yarın Harp Okulu ile maçımız var. Yenilseydik bu maçın bir önemi kalmaz ve kimse maça gelmezdi. Malum ya hasılat meselesi”

Yılmaz’ın bu samimi itirafları dahi bizi rahatlatmıştı.

O akşam oteldeki odamızda Muhtar Sencer ile derin bir hesaba oturmuştuk tekrar. Kılı kırk yararcasına hesabımızı yaptıktan sonra Ankara’da rehin kalmayacağımız sonucuna varmış ve yataklarımızda rahat bir uyku çekmiştik.

Ertesi gün takımımız çok rahat bir oyunla Gençlerbirliği’ni farklı bir yenilgiye uğratmıştı. Bizden sonra Harbiye-Mülkiye maçı vardı. Başkentin iki ezeli rakibiydi onlar. Mülkiye salonunu hınca hınç dolduran büyük bir kalabalık önünde oynanan bu maçı nefesler kesen bir mücadele sonunda Harp Okulu kazanmıştı. Harp Okulu’nun o güçlü takımı özellikle ikinci yarıda ezici üstünlüğünü rakibine kabul ettirip farklı bir sonuca gitmeseydi, diğer pek çok maçta olduğu gibi bu maçta da bir “çıngar” çıkabilirdi herhalde.

Pazar sabahı, turnuvanın son gününde Harp Okulu bizi de yenerek şampiyonluk kupasını almaya hazırlanıyordu. Harp Okulu takımı yıllardan beri başkentte yenilgi yüzü görmemişti. Ve Fenerbahçe’yi rahatça yeneceklerinden emindiler. Nitekim maçtan önce sevgili Yalım olanca şirinliği ile yanımıza gelmiş; kucaklaşmıştık:

“Evsahipliği yapamayacağımız için sizden peşinen özür dilemek istiyorum. Kusura bakmayın, sizi yenmek zorundayız” diye konuşmuştu.

“Misafir umduğunu değil, bulduğunu yermiş Yalımcığım” diye cevaplamıştım o tatlı insanı.

Oysa bizim de sevgili Yalım’a bir sürprizimiz vardı. Yıllardan beri Harp Okulu takımının uğur bellediği bir sırrı öğrenmiştim. Harp Okulu takımı sahada seremoni selamı yaparken takım kaptanı Yalım hafif bir sesle “Alev’in Şerefine” diyor ve oyuncular hep bir ağızdan bağırıyorlardı: “Sağol... Sağol... Sağol!” diye. Bu selam şekli aslında “Türk Sporu Şerefine” diye idi. Takım kaptanımız Sacit’e bunu söylemiştim ve Yalım ile Harp Okulu takımı oyuncularının işitebilecekleri bir sesle “Alev’in Şerefine” diye arkadaşlarına seslenmesini istemiştim.

Milli Takım kamplarında Yalım’ın sürekli muzipliklerine uğrayan Sacit de bu “uğuru bozma” işine pek sevinmişti. Fenerbahçe takımı kaptanının “Alev’in Şerefine” sözünü işittiği anda sevgili Yalım’ın şaşkınlığı hala gözlerimin önündedir. Alev, sevgili Yalım’ın o zaman küçücük bir çocuk olan kızıydı. Harp Okulu takımı onu kendisine hem maskot hem de uğur saymıştı.

Salon hınca hınç doluydu. Şükrü Saracoğlu da maça gelmişti. Fenerbahçe takımının onu ayrıca gidip selamlaması ayrıca güzel bir jest olmuştu. Salonun büyük bölümünü ev sahibi Mülkiyeliler doldurmuşlardı. Ve onlar candan Fenerbahçe’yi desteklemekteydiler by maçta.

Fenerbahçe basketbol atkımı bu maçta öyle bir oyun çıkarmıştı ki... Salonu dolduran Mülkiyelilerin de büyük desteğiyle büsbütün coşan Sarı-Lacivertli takım güçlü rakibini adeta sürklase etmişti. Beş yıldan beri başkentte yenilgi yüzü görmeyen Harp Okulu takımını farklı bir yenilgiye uğratmıştık o gün Ankara’da.

Bu maçta Chuck, hayatının en güzel oyunlarından birini çıkarmış; Sacit ile Silvio da sahanın en iyi oyuncuları arasında parlamışlardı. Aman yarabbi, o ne maç, o ne büyük heyecandı. Aradan kırk yılı aşkın bir zaman geçmesine rağmen bu satırları yazarken bile aynı heyecanı yeniden yaşar gibiyim.

Maçtan sonra Fenerbahçe takımı oyuncuları sahaya doluşan Mülkiyelilerin omuzlarında yükselirken Muhtar boynuma sarılmış hüngür hüngür ağlıyordu. Kendimi tutmama rağmen gözlerimden süzülen yaşları tutamıyordum bu heyecan içinde.

Fenerbahçe’nin Harp Okulu’nu yenmesi Mülkiye’nin işine yaramış; “Turnuva tüzüğünde averaj yoktur, kupa ortada kalmıştır” denilerek işin içinden çıkılmıştı. Başkentte beş yıldan beri Harp Okulu’nu yenerek namağlup sıfatına son verilmiş olmak bile bizim için şampiyonluk kadar önemli bir olaydı. Hele maçtan sonra sayın Şükrü Saracoğlu’nun Fenerbahçe’yi tebrike gelmesi bizler için mutluluklar ve şereflerin en yücesi olmuştu.

Bu galibiyetin büyük sevinci içindeki soyunma odamızda bir sürpriz de bizim sevimli Amerikalımız Chuck’tan gelmişti. Bütün takım arkadaşları ve bizlerle hararet içinde kucaklaşan Chuck, o yarım yamalak Türkçesiyle:

“Kutlamak lazım. Benim davetlimsiniz” demişti.

Ve başkentin en güzel lokantalarından birinde, kafileye mükellef bir ziyafer çekmişti Chuck o gün. Bağırmaktan sesi kısılan eşi Mary ise gerek maçta, gerek restoranda ve gerekse yolda tam üç makara renkli film harcamıştı fotoğraf makinesiyle.

Öğle yemeğinden yapılan tasarrufla, dönüşte bütün takım salam-helva-ekmekten ibaret kumanya almıştık.

Sırası gelmişken Chuck’tan biraz bahsetmek isterim. Gerçekten çok mükemmel bir basketbolcuydu ve Türkiye’de kaldığı iki yıl içinde Fenerbahçe basketboluna çok şeyler kazandırmıştı. Sanki doğma büyüme Fenerbahçeliymiş gibi formasına, takım arkadaşlarına ve bizlere ısınmıştı. Hele eşi Mary, tam bir Fenerbahçe hastası olmuştu.

Chuck, bugünkü yabancılar gibi para almamıştı. Bilakis cebinden para harcamıştı. Karamürsel’deki PX’den top alır, arkadaşlarına ayakkabı alır getirir ve bunların parasını asla ve asla almazdı kimseden. Antrenör oyuncu olarak iki yıl hizmet etmişti Fenerbahçe’ye.

Türkiye’de görev süresi tamamlanıp yurduna dönerken onu hep birlikte uğurlamıştık. Mary’e bir buket çiçek, Chuck’a ise çevresi sırmı püsküllü üçgen biçiminde bir Fenerbahçe flaması hediye etmiştik. Son derece duygulanmıştı sevgili Chuck:
“Dünyanın neresine gidersem gideyim, bu flama yatağımın başucunda duracaktır. Hep Fenerbahçe ile, hep sizlerle yaşayacağım” derken mavi gözleri buğulanmıştı.

Mary ile eşinin aldığı flamayı önce öpmüş, sonra hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.

İşte böylesine duygu dolu bir şekilde uğurlamıştık sevgili Frederick Chuck Rosenkronz’u ve Mary Rosenkronz’u.

Onun ani gidişiyle Fenerbahçe basketbolu da en güçlü bir elemanını yitirmiş oluyordu. Takımda olduğu gibi gönüllerimizde de koskoca bir boşluk açmıştı Chuck.

Kim bilir nerelerdedir şimdi? Kendisinin sadece onu tanıyanların gönüllerinde olduğunu biliyoruz.

2250 LİRADAN 14.000 LİRAYA

Takımımız günden güne toparlanıyordu. Fakat kulüp içindeki tartışma “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan çıkar?” misali sürüp gitmekteydi. Yönetim Kurulu’nda hakim olan zihniyet, basketbol şubesinin özellikle Galatasaray’ın ekmeğine yağ süren bir faaliyet gösterdiği yolundaydı. Kısacası Fenerbahçe basketbolu, Galatasaray’a galibiyetler sunmaktan başka bir işe yaramıyordu.

Bizler ise “Ne veriyorsunuz ki, ne bekliyorsunuz?” diyorduk. Ve bu şubenin üvey evlat muamelesi gördüğü müddetçe bundan fazlasını beklemenin kimsenin hakkı olamayacağını savunmaya çalışıyorduk.

Ve bu münakaşa yıllardır sürüp gidiyordu.

“Bir kez deneyin, biraz ilgi gösterin, biraz yatırım yapın. Bir sonuç alamazsak o zaman biz de bu işin ucunu bırakırız” demekten dilimiz aşınmıştı.

1944 yılından 1954 yılına kadar işte böylece gelindi. Tam 10 yıl Fenerbahçe basketbolu her türlü ilgiden ve destekten uzakta, büyük fedakarlıklar pahasına ayakta kaldı. Nihayet o yıl, 1954’te, yani basketbol şubesinin kuruluşundan tam 10 yıl sonra, bir defaya mahsus olmak kayıt ve şartıyla basketbol şubesinin tahsisatı yılda 2250 liradan 14.000 liraya çıkarıldı.

Vefa’dan Altan Dinçer’i kadromuza alırken, 110 metre engelli koşucumuz milli atlet Erdoğan Karabelen’i de “Bir atlet için kış aylarında basketbol çalışması şarttır. Bunun yararlarını yazın pistte görüp bana hak vereceksin” diyerek potalara çekmiştim. Sacit Seldüz’e eklenen Altan Dinçer ve Erdoğan Karabelen ile uzun boylu üç basketbolcuya birden sahip oluyorduk. Nice yıllardır rüyalarımızda dolaşan “Üç uzun ve iki kısa” dan oluşacak bir “beş”e nihayet sahip olabilmenin verdiği hudutsuz ve tarifsiz bir sevincin içindeydik.

Artık böyle bir kadroyla çok büyük işler başarabileceğimize inanıyorduk.

10 yıldan beri peşimizi bırakmayan aksiliklerden, şanssızlıklardan nihayet kurtuluyor muyduk? Zaman zaman büyük umutlara kapılmaktan korktuğumuz da oluyordu. Çünkü şu on yıllık mücadelemiz içinde o kadar çok aksiliklerle karşılaşmıştık ki, her an yenisini bekler hale gelmiştik sevgili Muhtar Sencer ile.

Fakat her şeye rağmen yine de umudumuz büyüktü.

YOLUMUZA BİR TAŞ DAHA

Korktuğumuz başımıza gelmekte fazla gecikmedi. Altan Dinçer’in transferinde ortaya çıkan bir pürüz, tüm işleri de, düşleri de alt üst ediverdi birden.

Bir sabah Cağaloğlu’ndaki evime gelen Muhtar Sencer o telaşlı haliyle,
“Mahvolduk... Mahvolduk...” diye içeri dalmıştı. Ve kendini holdeki koltuğun üzerine külçe gibi bırakırken “Altan’ın lisansını alamıyoruz. Mahvolduk” diye inlemişti.

Sevgili dostumun tarifsiz bir heyecan içinde anlattığına göre, Altan Dinçer, Teşvik Turnuvası’nın bir maçında Vefa takımında oynadığı için Beden Terbiyesi Bölgesi bu sporcunun transferine izin vermiyordu. Bir sporcunun, bir sezon içinde iki takımda yer alamayacağı yolundaki genel prensip, Altan Dinçer’in Vefa’dan Fenerbahçe’ye transferini engelliyordu.

Ben de şok olmuştum. Kafamı toparlamaya çalıştım zorlukla. Sonra çalışma odama geçip, oradaki yönetmeliklere sarıldım. Bildiğime inandığım bir hususu bir kez de gözlerimle görüp kendi kendime kanıtlamaya çalıştım. İncelediğim yönetmelikler beni rahatlatmıştı. Salonda döndüğümde Muhtar bir yandan kahvesini içiyor, bir yandan da karşısına oturttuğu rahmetli anneme olup bitenleri anlatmaya çalışıyordu.

“Kahveni iç, gidelim” diye konuştum.

Muhtar’cık şaşırmıştı. Fakat yine de iki yudumda kahvesini içti:

“Nereye gideceğiz?” diye sormaktan da kendini alamadı.

“Nereye olacak?” dedim sakin bir sesle “Bölge’ye, Altan’ın lisansını almaya gideceğiz”

Asla inanmamıştı, daha doğrusu inanamamıştı bir türlü. Nitekim yolda durmadan aynı konuyu tekrarlıyordu:

“Vefalılar, Teşvik Turnuvası’nın maç kağıdını getirip Bölge’ye vermişler. Altan oynamış bu maçta. Nasıl faka bastık yahu?” diyordu durmadan.

“Üzme kendiniii” diyordum ona “Bir de ben konuşayım bakalım”

“Konuşmasına konuş ama, bitti bu iş artık” diye söyleniyordu arkadaşım.

Muhtarcığım alabildiğine büyük bir karamsarlığın içindeydi. Onu gayet iyi tanırdım. Ne söylesem onu feraha çıkaramazdım. Bu konuda onu bu büyük karamsarlıktan ancak Altan’ın lisansını kurtarabilirdi.

O zamanlar Beden Terbiyesi İstanbul Bölge Müdürlüğü’nün Sicil ve Lisans Servisi Şefi, Sorbon Üniversitesi’nin Yüksek Matematik bölümünden mezun olmuş rahmetli Raşit Bey’di. Cin gibi zeki, yönetmelikleri ezbere bilen, son derece dürüst, fakat asık suratlı bir insandı rahmetli. Hayli de sertti. Muhtar’ı koridorda bıraktım, odasına tek başıma girdim. Reşit bey, beni karşısında görünce, gözlüklerinin üzerinden baktı her zamanki gibi donuk sesiyle;

“Hoş geldin.” Dedi ve hemen arkasından sordu “Hayrola bir şey mi var?”

“Altan’ın lisansını almaya geldim Reşit Bey” diyiverdim.

Gözlüklerinin üzerinden attığı bakışları birden sertleşiverdi:

“Muhtar’a söyledim.” Diye homurdandı. “Altan, Teşvik Turnuvası’nda Vefa’da oynamış. Resmi maçta oynamış bir oyuncunun aynı sene içinde başka bir kulübe transferi yapılamaz. Bilmiyor musun? Seneye alabilirsin ancak”

Sakince sordum kendisine:

“Teşvik Turnuvası resmi maç mıdır Raşit Bey?”

Bakışları alabildiğine alevlenmişti o anda:

“Bölge tarafından düzenlenen Teşvik Turnuvası’nın resmi maç olduğunu bilmiyor musun sen?” diye homurdandı.

Yine masum bir tavır takınmaya çalıştım:

“Kabul Reşit bey. Fakat hangi kitabın hangi maddesine göre?” diye konuştum. “Bunu bana gösterirseniz, bir daha böyle hataya düşmem”

Rahmetli Reşit Bey, bana bir şey öğretmek hevesiyle işin üzerine eğildi. Çekmecesinden “Basketbol Müsabaka Yönetmeliği”ni çıkardı. Sayfalarını birkaç kez baştan sona karıştırdıktan sonra:

“Buraya alınmamış ama resmi maçtır Teşvik Turnuvası” diye söylendi.

Cüretimi birden arttırıverdim:

“Fakat bu söylediğiniz, Basketbol Müsabaka Yönetmeliğinin son maddesine biraz ters düşmüyor mu Reşit Bey?” diyiverdim.

Adamakıllı öfkelenmişti. Bu öfkeyle yönetmeliğin son sayfasını açtı ve son maddeye baktı. Bu son maddede “Bu yönetmelikte yer almayan hususlar için Futbol Müsabaka Yönetmeliği esas alınır” diyordu. O bu maddeyi okurken, cebimden çıkardığım Futbol Müsabaka Yönetmeliği’ni usulca masası üzerine bıraktım. Bu yönetmelikte “Resmi Müsabakalar”ın ne olduğu açıkça izah eden bir madde vardı. Onu gösterdim. Okudu. Bu maddede Teşvik Müsabakaları diye bir kayıt yoktu. Olamazdı da zaten Teşvik Turnuvaları yalnız basketbol ve voleybolda vardı. Ve takımları liglere hazırlamak amacıyla düzenlenirdi. Reşit Bey fena halde öfkelenmiş, yüzü kıpkırmızı olmuştu. Üst üste belki üç dört defa okudu maddeleri. Sonra yine gözlükleri üzerinden baktı bana yine:

“Sen de biliyorsun ya Teşvik Turnuvaları’nın resmi maç olduğunu” diye homurdandı.

Boynumu büküp öfkeli gözlerine baktım:
“Kara kaplı kitabın söyledikleri yanında benim bildiklerimin ne değeri olabilir ki Raşit Bey?” diye konuştum.

Durdu, uzun uzun düşündü. Kara kaplı kitap, onun pek büyük bir sadakatle bağlı olduğu şeydi. Birden çekmecesini çekti., bir lisans çıkardı. Bana uzatırken yüzünde ve bakışlarında hafif bir tebessümün bir an için belirip uçtuğunu fark ettim.

“Maddelerdeki açıklardan faydalandın” diye söylendi.

“Vazifemiz de bu Reşat Bey” diyiverdim gayriihtiyari.

Bu kez yüzünde, bir an için de olsa açık ve seçik bir tebessüm belirmişti:

“Hak ettin” diye söylendi “Al Altan’ın lisansını, git”

Lisansı kapmamla teşekkürü basıp odasından fırlamam bir oldu. Kapının önünde tarifsiz heyecanlar içinde, piposunu kemire kemire volta atmakta olan Muhtar’a elimdeki lisansı uzattım.

“Al bakalım Altan’ın lisansını” diye söylendim.

Muhtarcık, elinde tuttuğu lisansa hayretler içinde bakıyor, gözlerine inanamıyordu sanki. Sonra birden boynuna sarılıp “Allah Allah” nidalarını atmaya başlamıştı.

İşte koca Altan Dinçer, yönetmeliklerdeki küçücük bir madde açıklığı sayesinde resmen Fenerbahçeli oluvermişti böylece.

Elbette ki Fenerbahçeli milli futbolcu Yaşar Alpaslan’ın özbeöz yeğeni olan Altan Dinçer de “Oğlan çocuk dayıya çeker” sözünü boşa çıkarmayıp Fenerbahçeli olacaktı. Seneler sonra Altan, yine Fenerbahçeli bir bayan voleybolcu olan Seçkin ile evlenecek ve yıllar sonra da bu Fenerbahçeli çiftin çocukları Kemal Dinçer, Sarı-Lacivert’li forma altında basketbol oynayacak, takım kaptanlığı yapacak ve sonunda takımın menajeri olarak başa geçecekti.

Bunları yaşamak, görmek dahi bana nasıl büyük bir haz ve mutluluk veriyor.

Hey gidi yıllar hey.

Biz, 1990’ları bir yana bırakalım, tekrar 1954’e dönelim isterseniz.
« Son Düzenleme: 02 Ağustos 2017, 05:54:52 Gönderen: aaaaaa1907 »
HEPİMİZ ÖLELİM FENERBAHÇE YAŞASIN!
#sarıtribün

Çevrimdışı aaaaaa1907

  • Üye
  • Yaş: 34
  • Yer: İzmir
  • İleti: 27
    • balkabalka
Ynt: Bugüne hiç kolay gelmedik: Fenerbahçe basketbolunun unutulan tarihi
« Yanıtla #47 : 02 Ağustos 2017, 05:50:00 »
BİR KADER DEĞİŞİYOR

Bu arada takımımızın başına bir de usta antrenör getirmiştik. Bu büyük basketbol ustası Samim Göreç’ti.

Altan’lı Fenerbahçe, Samim Göreç’in nezaretinde çalışmalara başladı. Samim Göreç yıllarca Galatasaray’da oynamış, Galatasaray’da antrenörlük yapmıştı. Türkiye’nin gelmiş geçmiş en iyi antrenörlerinden biriydi de. Fenerbahçe basketbol takımının kaderinin onun usta ellerinde değişeceğine yürekten inanıyorduk.

Samim Göreç, teknik adam olarak Fenerbahçe takımı için gerçekten büyük bir kazançtı. Türk basketboluna fandımantal çalışmayı sokan kişi de oydu. Ve Samim kısa zamanda öylesine bir kaynaşmıştı ki, Fenerbahçe kulübüne üye olmuştu kendiliğinden. Artık Fenerbahçe basketbol takımı Fenerbahçeli Samim Göreç’in usta ellerindeydi.

Takım onun elinde kısa zamanda hüviyet değiştirmişti adeta. Lige hızla giren Sarı-Lacivertli takım bu arada yılbaşı münasebetiyle İTÜ tarafından düzenlenen “Rektörlük Kupası” maçlarında da yenilmeden şampiyon olmuştu. Galatasaraylı Sadi Gülçelik, Fuad Köseoğlu ve Yüksel Alkan ile Modaspor’lu Güney Ülmen gibi ünlü oyuncuların yer aldığı Teknik Üniversite takımını da su götürmez bir yenilgiye uğratan Fenerbahçe, o seon ligde de bir şeyler, hatta çok şeyler yapabileceğini göstermişti.

Bir saatli bomba vardı bu takımda ve bu bomba vakti, saati gelince patlayacaktı. Buna yürekten inanıyorduk.

Ve nihayet 28 Mart 1954 günü gelip çattı.

O gün İTÜ Salonu’nda Fenerbahçe-Galatasaray maçı vardı. Sarı-Lacivertli takımın çıkardığı güzel oyunlar ve elde ettiği başarılı sonuçlar Fenerbahçe taraftarlarına da büyük umut vermişti besbelli. Olağanüstü bir halle karşılaşılmıştı o gün. Nice yıllardır özlemini çektiğimiz büyük bir seyirci kalabalığı doldurmuştu salonu. Hatta dahası, kapılar, camlar kırılmıştı.

Ve Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisi artık basketbol takımının da arkasındaydı Bunu görmüştük çok şükür.

O görkemli seyircinin de desteğiyle fevkalade bir oyun sergilemişti takımımız. Yuda Çerasi ile Osman Kermen hakem ikilisinin yönettikleri maçın daha ilk dakikasından itibaren oyuna ağırlığını koymuştu Fenerbahçe. Ve sahada “Bambaşka bir Fenerbahçe”yi izliyorduk o gün. Fakat yine de zaman zaman, içimizde koca bir 10 yılın kronikleşmiş endişesinin bir rüzgarı esiyordu. Ancak dakikalar ilerledikçe bu endişe, kendimizi zorlasak bile içimize gelmiyordu. Çünkü maçın insiyatifi tamamen Sarı-Lacivertli takımın elindeydi. Maçın sonu yaklaştıkça sahadaki tezahürat daha da artıyordu.

Fenerbahçe basketbolunun kaderinde “şeytanın ayağının kırıldığı gün” yaşanıyordu o gün İTÜ Salonu’nda. Ve Galatasaray, uzun yılların “Yenilmez Armada”lığına veda ediyordu. Bu, Türk basketbol tarihinde bir çağın kapanışı ve yeni bir çağın açılışıydı hiç kuşkusuz.

Ve işte o 28 Mart 1954 günü Fenerbahçe, ezeli rakibi Galatasaray’ı 71-61 yenerek bu devrimi gerçekleştirmişti.

Salonda bir ana-baba günü yaşanıyordu maçtan sonra. Sahaya doluşan Fenerbahçeli seyirciler oyuncuları omuzlarına kaldırmışlardı. Bu mutlu gün “Ya ya ya şa şa şa Fenerbahçe çok yaşa” sloganıyla ortalık çınlatılarak kutlanıyordu. Ve bu büyük mücadeledeki ideal arkadaşım sevgili Muhtar Sencer boynuma sarılmış ağlıyor, bir yandan da hıçkırıyordu:

“Allah Allah. Bugünleri de gördük. Sana çok şükürler olsun Yarabbi”

Göz pınarlarımdan taşan sevinç yaşlarını nasıl tutabilirdim?

Altan Dinçer (28 sayı), Hikmet Vardar (4 Sayı), Sacit Seldüz (Kaptan, 15 sayı), Nejat Diyarbakırlı (8 sayı), Erol Demiroma (2 sayı), Erdoğan Karabelen (14 sayı) ve Mete Yalçın (0 sayı) bu büyük zaferin kahramanları idiler. Başlarında Samim Göreç olduğu halde tabii.

SİHİRLİ DEĞNEK

On yıldan beri hasretle yolunu gözlediğimiz peri kızı nihayet ahşap kulüp binasına gelmiş ve elindeki sihirli değnekle yönetim kurulu masasına dokunmuştu.

Basketbol çevremizde bir bomba gibi patlayan bu maçtan sonra, her şey değişivermişti kulüpte. Basketbol şubesi birden gözde oluvermişti. O kadar ki; Yönetim Kurulu, Bölge Tertip Komitesi üyeliği için Genel Sekreter Dr. Rüştü Dağlaroğlu’nu görevlendirmiş ve basketbol birden öz evlat oluvermişti. Yıllardır basketbol şubesine karşı olan tutumuyla tanınan yönetici bile lise çağlarında nasıl basketbol oynadığını her karşısına gelene heyecan içinde anlatmaya koyulmuştu.

Bu olup bitenleri Muhtar Sencer ile birlikte hayretle izliyor ve ikimiz de aynı şeyi söylemekten kendimizi alamıyorduk:

“Hayırdır işallah”

Basketbol şubesine, en kötü günlerinde dahi sıcak nazarlarla bakan tek yönetici olarak tanıdığımız Dr. Rüştü Dağlaroğlu ise Tertip Komitesi’ndeki göreviyle bizim en büyük kazancımız olmuştu hiç kuşkusuz.

Yenilmez Armada’yı yendiğimiz maç Fenerbahçe basketbolunu hayata getirmişti kısacası. Ancak yine de çok kimseler bu galibiyeti bir rastlantı olarak kabul ediyordu ki, bu hal Fenerbahçe takımının üzerine biraz gölge düşürüyordu. Fakat ne olursa olsun ortada bir gerçek vardı ki, balçıkla sıvanamayan güneş gibi apaçıktı. Fenerbahçe basketbol potaları altında Galatasaray gibi güçlü bir rakibi yenmişti. Bu arada Tertip Komitesi aldığı çok yerinde bir kararla önemli basketbol maçlarını Spor ve Sergi Sarayı’nda oynanmasını sağlamıştı. Bunların başında elbette ki Fenerbahçe-Galatasaray maçları geliyordu. Nitekim “Yenilmez Armada”nın yenildiği maç, İTÜ Salonu’nda oynanan son ezeli rekabet maçı olmuştu.

RASTLANTI DİYENLER NASIL ALDANDILAR?

6 Mayıs 1954 gününe kadar Fenerbahçe’nin yenilmez armada karşısındaki galibiyetine rastlantı diyenler çoktu basketbol çevrelerimizde. Fenerbahçe basketbol takımı, bunu yalanlamak zorundaydı. Bu nedenle 39 gün sonra oynanacak maç büyük önem taşıyordu. Çeşmemeydanı’ndan davullar, zurnalar ve flamalarla gelen Fenerbahçe taraftarlarının coşkun tezahüratı arasında oynanan bu maçta da Sarı-Lacivertli takım gerçekten fevkalade bir oyun çıkarmıştı. Galatasaray bu maçta 39 gün önceki yenilginin acısını çıkarmak için var gücüyle çalışmıştı. Ama maçın sonunda galip gelen takım yine Fenerbahçe idi. Bu maçta da ezeli rakibini 60-55 yenmeyi başaran Fenerbahçe, ilk maçtaki galibiyetinin rastlantı olmadığını kanıtlamıştı. Bu maçla Galatasaray’ın uzun yıllardan beri Türk basketboluna hükümran olan “Yenilmez Armada”lığı artık kesinlikle son bulmuş oluyordu.

Sacit Seldüz (Kaptan, 12 sayı), Altan Dinçer (23 sayı), NejatDiyarbakırlı (6 sayı), Hikmet Vardar (9 sayı), Erdoğan Karabelen (7 sayı), Mete Yalçın (2 sayı), Erol Demiroma (1 sayı) bu maçın kahramanlarıydılar.

Sırası gelmişken bir anımı daha nakletmek istiyorum:

Galatasaray kaptanı Dr. Ali Uras o sıralarda ihtisas için Amerika’ya gitmiş bulunuyordu. Ünlü basketbolcu ve değerli hekimimiz “25 Yıldan Arda Kalan Anılar” başlıklı yazısında şunları yazar:

“... Bir gün Türkiye’den gönderilmiş bir spor dergisinin içinde Fenerbahçe’nin basketbolda Galatasaray’ı yendiğini okudum. Bunu gönderen kişinin kim olduğu bugün dahi meçhulümdür. Bu meçhul dost, Amerika’da bulunduğum iki yıllık zaman içinde Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yendiği her maçtan sonra aynı dergiyi bana göndermeye devam etti. Bu da 25 yıllık rekabetin üzerindeki unutulmaz bir başka anısıdır”

Allah biliyor ya, Prof. Uras’ın bu yazısını okuduğumda, bu muzipliği yapanın sevgili dostum Muhtar Sencer olabileceğini düşünmüştüm. Bu yazı 1970 yılında yayınlanmıştı. Muhtar o tarihte Almanya’ya yerleşmiş bulunuyordu. Bu nedenle kendisine “Ali’nin yazısında bahsettiği o meçhul şahıs sen miydin?” diye soramamıştım.

Ali Uras, gerçekten çok sevdiği Muhtar Sencer’e, onu en hassas tarafından yakalamak suretiyle takılmaktan pek hoşlanırdı. Fenerbahçe’ye gelmek istediğini söyler, bizimkini sevincinden havalara zıplatırdı. Sevgili Muhtar’cık kaç gece yarıları evimin kapısına ziller çalarak gelmişti kim bilir. “Ali’yi alıyoruz. Bu kez kati olarak söz verdi.” diye müjdeler yağdırmıştı hep.

İspanya’da şatolar kurmaya başlayan sevgili arkadaşıma “Ali seni yine işletmiş” dediğimde bana kızardı hep. Allah rahmet eylesin, her sefer Ali’ye inanırdı da bu konuda bana hiç mi hiç inanmazdı nedense.

Sevgili Muhtar’ın cenaze töreni sırasında Şişli Camii avlusunda sevgili Ali Uras ile kucaklaşırken “Fenerbahçe’ye geliyor musun Ali?” diye titrek bir sesle sorduğumda gözleri dolu dolu olmuştu Uras’ın ve sadece “Ya... Ya... Ya...” diyebilmişti.

Bu nedenle kendisine yıllarca muziplik yapan Ali Uras’a böyle bir intikam muzipliğini yapacak en kuvvetli isim olarak aklıma hep Muhtar Sencer gelmişti. Yıllar sonra sevgili dostumla Almanya’da buluştuğumuzda zihnimi kurcalayan bu soruyu kendisine sormuştum. Koca dostum, böyle bir muzipliği kendisinin yapmadığını söylemiş, fakat yapmayı akıl edemediği için de hayli hayıflanmıştı.

Hey gidi o günler.

ARTIK ÇEKİLEBİLİRDİM

Yine o eski yıllara dönelim.

Fenerbahçe basketbol takımı artık potalar altında kükremeye başlamıştı. Yine o sıralarda bir maçtan sonra Taksim’e doğru yürürken Muhtar Sencer’e:
“Artık bu takıma da, bu şubeye de çok kişiler sahip çıkmak isteyecektir. Ucuz Bizans oyunlarıyla ayağımın kaydırılmasını istemiyorum Muhtar. Ben kendimi çekiyorum. Düşüncem ve kararım böyle” demiştim.

Vefakar dostum, dinlemek bile istememişti sözlerimi:
“Allah Allah. Hiç öyle şey olur mu?” diye naralar atmıştı cadde ortasında. Piposunu kemirmiş, iki eliyle kulaklarını tıkayarak tepinmeye başlamıştı.

Sevgili arkadaşımın bu konunun lafını bile dinlemeye tahammülü yoktu.

Ben artık Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesinin bir “bal teknesi” halini aldığı görüşündeydim. Bu teknenin üzerine çok sinekler üşüşeceklerdi. Yalnız insanlara değil, takımlara da kötü günlerinde kimsecikler başını çevirip bakmak istemez de, iyi günlerinde herkes etrafında pervane olur. Bu yaşadığımız dünyada değişmez bir kuraldır.

Ucuz Bizans oyunlarına muhatap olmak istemiyordum. Ayağım kaydırılmadan, kendi ayağımla uzaklaşmalıydım.

Ancak bu benim için hiç de kolay olmayacaktı. Bunu gayet iyi biliyordum. Fakat iyi günler gelmişti artık. Takımın başında özveriyle çalışanlara ihtiyaç kalmamıştı pek. Fenerbahçe basketbol potaları altında iyi günlerini yaşıyordu artık. Yönetim Kurulu üyeleri maçları izlemeye geliyorlardı. Takımın elde ettiği galibiyetlerden kendine pay çıkarmak isteyen o kadar çok kişi göze çarpıyordu ki.

5 Aralık 1954 günü Fenerbahçe, Galatasaray, Modaspor ve Yugoslav Beograd S.K. takımları arasında düzenlenen turnuva, Sarı-Lacivertli takımın yeni bir zaferi olmuştu. Fenerbahçe, final maçında Galatasaray’ı da 48-40 yenerek namağlup şampiyonluğu kazanmıştı.

İyi günleri daha iyi günler izlemeliydi. Bu nedenle kopmak istememe rağmen bir türlü kopamıyordum.

YENİ İSİMLER YENİ YILDIZLAR

Takımı yeni transferlerle güçlendirmek zorundaydık. Bu konuad Yönetim Kurulu da bizimle tamamen hemfikirdi. Şunu da kabul etmek gerekir ki; Fenerbahçe Stadı’na eklenen ve büyük harcamalara yol açan beton açık tribün tamamlanmış ve kulüp parasal bakımdan biraz da olsa düzlüğe çıkmıştı.
“Ne gerekiyorsa yapın, kimi istiyorsanız alın” diyordu yönetim kurulu üyeleri.

Önce Darüşşafakalı genç yetenek Mehmet Baturalp’in işini hallettik. Onu küçücük yaşından beri tanırdım. Basketbola gerçekten gönül vermiş bir çocuktu ve maçlarında izlediğim kadarıyla da büyük gelecek vadeden bir oyuncuydu. Batur’un kopamadıkları bir de arkadaşı vardı: Şevket Taşlıca. Onların basketbol yaşamlarında önemli bir yeri bulunan Yalçın Granit iki genç Darüşşafakalıyı da Galatasaray’a götürmek istiyordu. Biz ise Mehmet Baturalp’i Fenerbahçe’ye almak arzusundaydık. Uzun çekişmelerden sonra Galatasaray’ın o zamanki basketbol yöneticisi Osman Solakoğlu’nu ikna ederek Batur’u almayı başarmıştık. Şevket ise Galatasaray’a gitmişti.

Mülkiyeli ve eski Galatasaraylı Yılmaz Gündüz o sıralarda başkentte, Ankaragücü takımında basketbol yaşamını sürdürmekteydi. Yılmaz aynı zamanda mükemmel bir futbolcuydu da. Yönetim kurulu üyelerini ikna ettik. Yılmaz Gündüz aynı zamanda basketbol oynamak üzere futbolcu olarak Fenerbahçe’ye transfer edildi.

Batur’u çok kısa bir süre genç takımda oynadıktan sonra birinci takım kadrosuna aldık. Gardda, Yılmaz Gündüz gibi bir ustanın yanında, büyük basketbol yeteneği ile çok çabuk parlayıverdi Batur.

Yılmaz tam bir maestro idi takımda. Zeka dolu bir basketbolu vardı. Oynadığı sporu da en yakından tanıyan ve bilen bir insandı. Mükemmel bir play-maker idi. Batur onun yanında, kendisinde çok şey kaptı.

Yılmaz’ın kendine özgü buluşları da vardı. Örneğin bir ara “beş-onbeş” diye bir şey çıkarmıştı. Topu eline alınca zaman zaman “beş-onbeş” diye bağırırdı. Ve rakipleri şaşkına dönerdi. Rakip takımların antrenörlerinin hiçbiri bu “beş-onbeş”in nasıl bir oyun düzeni veya oyun sistemi olduğunu asla anlayamamışlardı. Oysa sevgili Yılmaz’ın o meşhur “beş-onbeş”i oyunun hızlandırılması komutundan başka bir şey değildi. Çünkü, akşamüstü daireden çıkan memurlar, “beş-onbeş” vapuruna yetişebilmek için koşarmış da ondan.

1 numaralı oyun, 2 numaralı oyun, 3 numaralı oyunlar basketbol literatürümüzde vardır. Bu oyunların ne olduğu, birkaç kez tekrarlandığında rakipler tarafından çözülür ve derhal paradı alınır. Ancak Yılmaz Gündüz’ün o meşhur “Beş-onbeş”i hiçbir zaman çözülememişti.

BİR MÜTHİŞ GENÇ TAKIM

Bu sıralarda Kadıköy Halkevi Spor Salonu’nda genç bir idealist ortaya çıkmıştı. Önder Dai idi adı. Daha delikanlı çağındayken Kadıköy’den ve Haydarpaşa Lisesi’nden topladığı gençlerle bir genç takım ve bir de yıldız takım ortaya çıkarmıştı. Önder Dai, Fenerbahçe basketbolu için gerçekten de pek büyük bir kazanç olmuştu. Onun tamamen kişisel çabalarıyla ortaya çıkardığı yıldız takımı kısa zamanda Teşvik Turnuvası birincisi ve lig ikincisi olurken, Genç takım daha ilk yılında İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanmıştı.

İşte bu genç takım’ın doğuşu günlerinde sevgili Önder Dai bir gün evime kadar gelerek, beni genç takımın bir maçına çağırmıştı. Bu arada şunu da eklemişti:

“Hele bir gencim var, bilhassa onu görmenizi çok isterim ağabey” demişti.

Ona inancım sonsuzdu. Hemen o hafta Genç takımın maçına gittim Kadıköy’e. Takımda, dal gibi, bir solak çocuk vardı. Boyundan da, yaşından da büyük şeyler yapıyordu sahada. Önder’e sormaktan kendimi alamadım:

“Kim bu dal gibi solak çocuk?” dedim.

Gülümseyerek baktı yüzüme:

“Size bahsettiğim çocuk o ağabey” diye konuştu ve bilgi verdi. “Adı Can. Büyük bir yetenek”

Önder’in sırtını okşayıp şöyle konuştuğumu hatırlıyorum:

“Allah bu çocuğa basketbolcu olması için her şeyi vermiş. Üstelik seni de vermiş. Aman ona dikkat et. Allah nazardan saklasın”

Önder Dai’nin elinde, o dal gibi vücutlu küçük solak fakat büyük yetenek, kısa zamanda koskoca bir Can Bartu olarak ortaya çıkacaktı.

Can Bartu, Gündüz Erkan, Ertan Trak, Fahrettin Gökmenoğlu, Eldebran Ülserin gibi genç değerlerin yer aldıkları genç takımın ardından gelen yılız takımında da iki büyük yıldız adayı göze çarpıyordu. Hüseyin Kozluca ve Birol Pekel.

İlginçtir, Önder Dai’nin usta ellerinden geçen bu çocukların hemen hepsi milli takıma kadar yükselecekler, aralarından ikisi, basketbol potaları altında başlayan başarılarını daha sonra futbol alanlarına da taşıyacaklar ve yıldız birer futbolcu olarak da parlayacaklardı. Bunlar, Can Bartu ile Birol Pekel idiler.

Can Bartu, bir süre basketbolunu futbolla birlikte götürmüştü Fenerbahçe’de. Futbol maçından çıkıp basketbol maçına yetiştiği çok olmuştu. Bir Vefa maçında attığı iki golle takımını galibiyete götürdükten sonra kramponları ayakkabılarını İnönü Stadı’nda çıkarıp koşa koşa Spor ve Sergi Sarayı’na gelmiş ve orada ketslerini giyip yine Sarı-Lacivert forma altında sahaya fırlamıştı. Ve bu maçta da Fenerbahçe’nin Galatasaray’ı yenmesinde en büyük etken olmuştu.

Her zaman söylerim, yine tekrar edeyim; Can Bartu, futbolda Avrupa çapında bir üne ve klasa erişmiştir, şayet basketbola ısrar etseydi dünya çapında bir basketbolcu olurdu.

Can Bartu uzak mesafelerden attığı jump-shoot’lardaki büyük isabetiyle de müthişti. Bugünkü “üç sayı”lar o günlerde de geçerli olsaydı, onun sayı rekorlarını kimse kıramazdı. Ne yazık ki Can, basketbolun gerçekten çok şanssız bir döneminde potaların altına geldi. Futbolda ise para ve dolayısıyla istikbal vardı. Ekonomik koşular onu potalardan yeşil sahalara çekti. Fenerbahçe kulübü ile profesyonel futbolcu olarak mukavele imzalarken basketboldan koptu maalesef. Basketbol ve basketbolcu bugünkü maddi imkanlara sahip olsaydı, onu çok sevdiğini gayet iyi bildiğim basketboldan hiçbir kuvvet ayıramazdı.

Önder Dai’nin yetiştirdiği, 1954-1955 İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanan o namağlup genç takımı kadar güzel basketbol oynayan bir takımı, yarım yüz yılı aşkın basketbol yaşamım içinde pek az gördüğümü söylesem, hiç de mübalağa etmiş olmam. İzlerken insana estetik bir zevk veren bir takımdı o. Estetik güzellik ile büyük basketbol hırsını o gencecik bünyesi içinde nasıl adapte edebilmişti bu genç takım. Anlaşılır gibi değil.

O takımı hatırlamak bile insana büyük zevk veriyor bugün.

Sevgili Önder Dai, bugün bembeyaz olmuş saçlarıyla tanınmış bir hekim. Mesleğinde de başarılı. Basketbol maçlarının sürekli takipçisi bugün de. Fakat benim gözümde hala o unutulmaz genç takımın filiz gibi antrenörüdür Önder. Mesleği olan hekimlikteki başarısı muhakkak. Fakat onun basketboldaki başarılarını asla unutamıyorum ben. Hele Fenerbahçe’ye hizmetlerini asla.

BİR DE KIZ TAKIMI ORTAYA ÇIKIYOR

Yine bu yıllarda ortaya çıkan Fenerbahçe Kız Basketbol Takımı bu şubeye ayrı bir renk kattı. Çamlıca Kız Lisesi Ekibi tüm kadrosuyla Fenerbahçe’ye gelmiş, hem basketbolda hem voleybolda Sarı-Lacivertli ekibi oluşturmuştu. 1954’ten 1959’a kadar yenilgi yüzü görmeyen bu takım İstanbul ve Türkiye Şampiyonluklarını da elinden bırakmamıştı. Bu takımla da Önder Dai meşgul olmuştu. Fenerbahçe basketbolunun bu büyük gönüllüsü gençler ve yıldızlarda olduğu gibi kızlarda da büyük başarılara imzasını atmıştı.

Halen Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Sağlık Bakanlığı Müsteşarı bulunan Dr. Ayten Salih’in kaptanlığını yaptığı bu takımda, kulüp üyelerinden Dr. Selim Çapa’nın kızları Güneş Çapa ile Deniz Çapa, eski futbolcularımızdan Püsant’ın kızı Seta Yağcı, İnci, Süeda, mahiru ve Seçkin gibi yetenekli kızlar vardı bu şampiyon takımda. Yaman kızlardı onlar. Böylesine yetenekli kızların bir araya gelmeleri, itiraf etmeliyim ki gerçekten büyük bir şanstı. Bu kızlar yalnız basketbolda ve voleybolda değil, atletizm ve kürek dallarında da Fenerbahçe’ye şampiyonluklar kazandırmışlardı. Onları da burada takdirle anmak isterim.

1954-1959 arasının şampiyon kızları bugün Fenerbahçe Kulübü’nün kongre, hatta Yüksek Divan Kurulu üyeleri. Onlarla Yüksek Divan Kurulu toplantılarında karşılaşmak da ayrıca gurur veriyor insana.

Bu şampiyon kızlarınızdan Seçkin'in Fenerbahçe basketbolunun unutulmaz isimlerinden biri olan eşi Altan’dan dünyaya getirdiği oğlu Kemal Dinçer ise uzun yıllar şerefle ve başarıyla sırtında formasını taşıdığı Fenerbahçe basketbol takımının başında menajerlik yapıyor bugün.

Güzel, hem de ne kadar güzel şeyler bunlar.

ALTIN YILLAR

Fenerbahçe, basketbol potaları altında en şanslı dönemini yaşıyordu kuşkusuz. Birinci takım, Genç Takım, Yıldız Takım, Kız Takımı İstanbul ve Türkiye şampiyonluklarını kazanırken kulübün müzesi basketboldan gelen kupalarla doluyordu.

Ve artık kulüpte kimsecikler basketbol şubesine toz kondurmuyordu.

Biraz himmetle Fenerbahçe, basketbol potaları altında en büyük patlamayı yapmıştı. Ve doruk noktaya ulaşmıştı. Bizler, tam 10 yıl süreyle bin bir zorluklar içinde mücadele ederken “Biraz ilgi” diye yakınmıştık hep. Ve ancak 10 yıl sonra uyandırabilmiştik ilgi beklediklerimizi. İşte bu “biraz ilgi” ile Fenerbahçe, basketbolda iki yıl içinde doruk noktasına ulaşmıştı.

Demek ki rahmetli Muhtar Sencer ile inancımızda da, güvencemizde de, ısrarlarımızda da ve isteklerimizde de haksız değildik asla. Bunu anlamış olmak dahi gururların ve hazzın en yücesini veriyordu bizlere. Ve tabii ki boşa giden koskoca 10 yıla da büsbütün yanıyorduk. O boşa giden yıllara rağmen Fenerbahçe kulübünde basketbol şubesini kurmak, yaşatmak ve mutlu sona ulaşmanın hazzını ve gururunu ömrüm olduğum müddetçe yaşayacağım. Unutulmuş olmak veya olmamak ayrı bir konudur. Takdir edilip edilmemek de ayrı bir konu. Gönüller, yaptıkları bir işi, ona inandıkları ve gönül verdikleri için yaparlar. Karşılığında hiçbir şey, hatta bir teşekkür bile beklemeden. Bunu yaşayabilmek ve duyabilmek onlar için armağanların en yücesidir.

İDEAL ARKADAŞIM MUHTAR SENCER

Bugün Fenerbahçe kulübünde bir basketbol şubesi varsa ve bu şube Sarı-Lacivert renkleri dorukta dalgalandırıyorsa, bunu Muhtar Sencer’e borçlu olduğumuzu daima hatırlamalıyız. O yalnız Fenerbahçe Kulübü’nde değil, Türk basketbol tarihinde de anıtlaşmış bir isim olarak daima yaşamalıdır ve yaşayacaktır da.

Bu candan arkadaşımın, bu idealist insanın, bu büyük Fenerbahçelinin aziz hatırasını, bu davada daha ilk günlerden itibaren onunla omuz omuza çalışmış ve çarpışmış bir arkadaşı olmanın hazzı ve gururu içinde saygıyla anıyorum.

Bu candan arkadaşımın, bu idealist insanın, bu büyük Fenerbahçelinin aziz hatırasını, bu davada daha ilk günlerden itibaren onunla omuz omuza çalışmış ve çarpışmış bir arkadaşı olmanın hazzı ve gururu içinde saygıyla anıyorum.

Ve ona şu satırlarımla seslenmek istiyorum:

“Büyük eserin Fenerbahçe basketbolu bugün doruklardadır, tertemiz adın Fenerbahçe’nin modern spor salonunda, aziz hatıran gönüllerimizde yaşamaktadır. Rumelihisarı’ndaki kabrinde nur içinde yat, huzur içinde uyu sevgili Muhtar”

Birkaç yıl peş peşe, Fenerbahçe basketbol takımı sezonu, onun kabrini ziyaret ederek açmıştı. Ne güzel bir olaydı bu. Onun kabri başında, bugünkü Fenerbahçeli basketbolculara Muhtar Sencer’i anlatmak ve tanıtmak şerefi de bana düşmüştü. Ne büyük bir hazla ve heyecanla yerine getirmiştim bu görevi. Onu, bugünün basketbolcularına, ilk takımlarımızla uğraşırken birlikte duyduğumuz heyecan içinde anlatmaya çalışmıştım hep. Ve onu Fenerbahçeli basketbolcularla birlikte kabri başında anarken sevgili Muhtar Sencer’in o tertemiz ruhunun nasıl şad olduğunu izaha gerek var mıdır acaba?

BİZ’DEN SONRASI

Kişiler fanidir, kuruluşlar ve eserleri ise ebedi.

Benden kısa bir süre sonra Muhtar Sencer de koptu, kendi eliyle kurup, yoktan var ettiği basketbol şubesinin başından. Sonsuza doğru giden ve varış ipi bulunmayan bu bayrak yarışında stafet, elden ele geçirilecekti.

Bizler, bu kutsal stafeti kimseden teslim almamıştık. “İlk adamlar” olarak başlamıştık yarışa. Onu, zamanı gelince başka ellere teslim etmiştik. Sonra yarışı onlar sürdürmüşler ve zamanı geldiğinde onlar da başka ellere aktarmışlardı.

Muhtar, kırgın ve hatta küskün olarak gitti. Almanya’ya yerleşti, orada senelerce kaldı. Ben, şeklen Fenerbahçe basketbolunun dışındaydım ama her zaman en yakınında hatta ta içindeydim. Fenerbahçe basketbolunun başarılarını mektuplarıma ona yazıyordum. Başarısız yıllarda ise bu konuda ona karşı suskun kalmayı yeğliyordum.

Bizlerden sonra Enis Sine’ler, Sedat Bayur’lar, Bülent Büyükyüksel’ler, Emin Cankurtaran’lar, Nejat Ekit’ler, Ali Şen’ler, Erol Demiroma’lar, Saffet Aktarı’lar, Güner Yalçıner’ler, Hüseyin Kozluca’lar, Altan Dinçer’ler, Erdal Poyrazoğlu’lar, Engin Berker’ler, Mete Yalçın’lar, Mesut Dizdar’lar, Ferhan Baras’lar bu stafeti taşıdılar, şerefle ve fedakarlıkla.

Aralarından basketbol yöneticiliği ile başlayıp Fenerbahçe Kulübü Başkanlığı’na kadar yükselenler oldu. Emin Cankurtaran ve Ali Şen kardeşlerim gibi.

Fenerbahçe basketboluna hizmet eden bu isimleri burada sevgiyle, takdirle ve saygıyla anmak isterim. Himmetleriyle varolsunlar.

OLUP BİTENLER, GELİP GEÇENLER

1944’den 1994’e... Tam 50 yıl...

Bu yarım yüzyıllık zaman içinde Fenerbahçe basketbolunda çok şeyler gelip geçti. Bu sürenin içinde zaman zaman da ortaya çıkmış olsa, “çatlak sesler” eksik olmadı. İç mücadelenin hortladığı dönemler de yaşandı. Bu şubenin başında bulunan arkadaşlarımızın , kardeşlerimizin pek çoğu, zamanında Muhtar Sencer ile birlikte yaşadığımız büyük mücadeleleri yaşadılar. Onların himmeti ve Fenerbahçe camiasında hakim olan sağduyu ile bu krizler atlatıldı.

Basketbol şubesini ve basketbolcuyu hor görenler de çıktı bu zaman dilimi içinde. Hatta zararlı bir parazit olarak görmeye çalışanlar da.

Ailesi İstanbul’da olmadığı için sosyal tesislerde o zaman var olan sporcu odalarında yatan veyüksek öğrenimine devam eden bir basketbolcunun şöyle bir hitaba maruz kaldığı da görüldü veyaşandı:

“Ulan deve, kapının önünde duran arabamı temizle de bir işe yara”

Kulüpten verilen tahsisat çok zamanlar büyük kısıntılara uğradı, transfer dahi yapılamayan, hatta transfer yapılması bir yana, eldeki en iyi basketbolcuların bile kaçırıldığı dönemler de geçirdi Fenerbahçe basketbolu.

Geride kalan yarım yüzyılın acı gerçekleridir bunlar.

BAĞIMSIZLIK HAREKETİ

1984-1985 yıllarında Fenerbahçe basketbolu yine krizli bir döneme girmişti. Kulüp şubeye gereken parasal yardımı yapamıyor, takım hızlı bir düşüşle çökme noktasına doğru yuvalanıyordu. Bu durum, uzun yıllar Fenerbahçe forması altında ter dökmüş eski basketbolcular arasında da haklı bir üzüntü ve endişe uyandırmaktaydı. Bana geldiler, bu işi nasıl kurtarabileceklerini sordular. Ben de günlerden beri bu konuyu kendi kendime düşünmüş ve bir çıkar yol bulmuştum kendimce. Onlar bana gelmeseydiler, ben onlara gidecektim. Bulabildiğim tek çareyi kendilerine anlattım.
“Kulüp yönetimi şubeye bağımsızlık tanısın. Bütçesinden verebileceği kadarını versin, üst tarafını şube kendisi sağlamaya çalışsın. Forma reklamı mı, teberru mu, balo ve çeşitli gösteriler mi, ne yapabilirse, nereden ne sağlarsa onu üstüne eklesin. Bence tek çıkar yol, bugün için budur” dedim.

Bu formül onlara da cazip gelmişti. Hemen paçaları sıvayıp çalışmaya koyuldular. Yönetim kurulundan hem bağımsızlık kararını, hem de karınca kararınca olan yıllık bir tahsisatı kopardılar. Bu arada bir de yönetmelik hazırladılar. Bir suretini de bana getirdiler, bu konuda fikrimi almak istediler. Gerçekten iyi hazırlanmış bir “İç Yönetmelik”ti bu. Çıkaracak veya ilave edebilecek bir şey görmedim. Bu “İç Yönetmelik” şöyle idi.

FENERBAHÇE SPOR KULÜBÜ BASKETBOL ŞUBESİ İÇ YÖNETMELİĞİ

Gerekçe

Dernekler Kanını hükümleri gereğince en büyük mülki idari amirliğine kanuni süresi içinde verilmek suretiyle yürürlüğe girmiş, bilahare genel kurul tasvibinden geçecek olan ana tüzüğümüzün 53. maddesi gereğince, kulübümüzün basketbol şubesi için bir İç Yönetmelik yapılması gerekmektedir.

Yönetim Kurulumuzun tasvip ve kararları ile yürürlüğe girecek olan bu İç Yönetmeliğin esas alınacak olan ana gayesini, ilerde doğabilecek tereddütler açısından şu şekilde açıklamamız gerekmektedir. Madde yorumlarında tereddüt olduğu takdirde, gerekçede yer alan ana fikre uygun yorum yapılması önem arz etmektedir. Şöyle ki; Spor kulüplerinin yönetimi, gerek mali ve gerekse idari bakımdan oldukça büyük zorluklar içinde olmaktadır. Bilhassa spor kulüplerinin profesyonel dalları yönetim kurullarının büyük zamanını almaktadır. Bu arada futbol kadar popüler olan basketbolun şube kaptanlığı yerine ayrı bir idari komite ile yönetilmesi gerek mali ve gerekse idari bakımlardan zaruret arz etmektedir. Diğer spor dallarının, şube kaptanlığı vasıtasıyla yönetimi mümkün ise de basketbol için bu yeterli olmamaktadır. Bu nedenle basketbol şubesi için kurulan idare komitesinin Dernekler Kanunu’nun müsaade ettiği ölçüde mali ve idari bakımdan özerk olmaya ihtiyacı vardır.

İşbu yönetmelik bu gerekçede ileri sürülen hususlar göz önüne alınarak tanzim edilmiş ve Yönetim Kurulumuzun tasvip ve tasdikine arz edilmiştir.

Bölüm 1 : Basketbol Şubesinin Organları

BASKETBOL ŞURASI

Madde 1 – Fenerbahçe Spor Kulübü’ne ait basketbol şubesinin danışma ve bu yönetmelikte kendisine verilen görevler bakımından tavsiye kararı alan bir organıdır. Aşağıda vasıfları sayılan kulüp üyelerinden oluşmuştur:
- Kulübümüzün yönetim ve denetim kurullarında görev almış üyelerimiz,
- Kulübümüzde basketbol oynamış ve halen kulüp üyesi bulunan üyelerimiz,
- Kulübümüzde basketbol oynamamasına rağmen milli takımlarda görev yapmış ve halen kulübümüz üyesi olan üyelerimizdir.
Bu maddede anılan “üye” tabiri, Fenerbahçe Spor Kulübü Derneği’nin tüzüğünün 6ncı maddesi gereğince üye sıfatını kazanmış olan kişidir. Bu sıfatı kazanmış olan üyeler, İdari Komite’ce tutulacak ana kütüğe kaydedilir.

BASKETBOL ŞURASININ GÖREVLERİ

Madde 2 – Şura, Mayıs ve Kasım aylarında olağanüstü olarak iki defa, Basketbol Komitesinin daveti üzerine toplanır, toplantıda nisap aranmaz. Kararlar, toplantıya iştirak eden üyelerin çoğunluğu ile alınır.

Bu toplantıda Basketbol Şurası:

- O devredeki İdare Komite faaliyetleri hakkında, komitenin vereceği izahatı dinler, teklif ve tavsiyelerde bulunur,

- Basketbol İdari Komitesi’nde görev alacak üyeleri, kulüp yönetim kurulunun tasvip ve tasdiklerine Amatör Şubeler Direktörü vasıtasıyla sunar,

- Gerekli gördüğü hallerde, idari, mali ve sportif konularda komitece karar alınmasını tavsiye eder.

BASKETBOL YÖNETİM KOMİTESİ

Madde 3 – Görev süresi, Yönetim Kurulu süresi ile sınırlı olan Yönetim Komitesi, Basketbol şurası’nca gösterilecek adaylar arasından Yönetim Kurulunca seçilecek 9 üyeden teşekkül eder. Komite kendi arasında 1 başkan, 1 sekreter seçer, mali, teknik, sosyal ve idari komite olarak üyeleri arsında görev bölümü yapar. Amatör Şubeler Direktörü veya Yönetim Kurulunca görevlendirilecek üye komitenin tabii başkanıdır.

GÖREV, YETKİ VE SORUMLULUK

Madde 4 – Yönetim Komitesi, şubenin yürütme organıdır. Kulüp İdare Heyetinin görüş ve tasviplerini almak suretiyle şubenin idari, mali, sosyal ve sportif faaliyetlerini İç Yönetmelik hükümleri gereğince yürütür. Kulüp İdare Heyeti ile her türlü yazışma ve bağlantıları Amatör Şubeler Direktörü veya Yönetim Kurulunca görevlendirilecek Yönetim Kurulu Üyesi kanalıyla yürütür. Aşağıda yazılı hususlar İdare Komitesi’nce görüşülüp karara bağlanır. Komite haftadan bir defa, yarıdan bir fazla üye ile toplanır ve çoğunlukla karar alır.

a. basketbol Şurası’nın aldığı her türlü kararı görüşmek ve karara bağlamak,

b. Sportif, mali ve teknik konularda alt komiteler kurmak,

c. Basketbol Şubesi’nin sporcu ve teknik elemanlarını, Kulüp Yönetim Kurulunun tasvibi ile tayin veya azletmek,

d. Şubenin gelir ve gider hesaplarına ilişkin işlemleri “e” bendine göre yapmak ve bunları Kulüp Yönetim Kurulu’nun tasvibine sunmak,

e. Şubenin bütçesi ile nakit akım tablolarını yapmak ve bunları Yönetim Kurulu’nun tasvibine sunmak ve tasdikten sonra onaylamak,

f. Basketbol Şurası’nı normal ve olağanüstü toplantılara çağırmak,

g. Basketbol Şubesini, konusu ile ilgili olarak Yönetim Kurulu’nca verilen yetkiye istinaden her türlü resmi ve gayri resmi makamlar nezdinde temsil etmek ve her türlü kararları almak ve yürütmek,

h. Her ayiçinde alınan her türlü kararları Yönetim Kurulu’nun tasviplerine arz etmek,

i. Yönetim Komitesi idari ve mali bakımdan Yönetim Kurulu’na karşı sorumludur.

MADDE 5 – BAŞKAN

Yönetim Komitesinin başkanıdır.

a- Yönetim Komitesi’ni temsil eder,

b- Yönetim Komitesi toplantılarına başkanlık eder, üyeler arasındaki münasebetleri düzenler ve çıkan anlaşmazlıkları çözer,

c- Şubenin her yönüyle ilerlemesi ve yükselmesi için üstün gayret sarfeder,

d- Yönetim Komitesinin Yönetim Kurulu ile bağlantısını Amatör Şubeler Direktörü veya Yönetim Kurulunca görevlendirilen üye vasıtasıyla sağlar ve gerekli görülen hallerde Yönetim Kurulu’na sözlü izahat verir,

e- Sarf evraklarını imzalar.

MADDE 6 – SEKRETER

Yönetim Komitesinin sekreteri,

a- İç Yönetmelik hükümlerini uygular,

b- Her türlü haberleşmeyi yürütür,

c- Karar Defteri ile gelir-gider defterini tutar,

d- Şura Kütüğü’nü tanzim ve takip eder,

e- Her türlü sekretarya hizmetinden sorumludur.

MADDE 7 – MALİ KOMİTE

Yönetim Komitesi içinden görev verilen en az üç üyeden oluşur. Basketbol Şubesinin her türlü mali organizasyonunu yapmakla ve Şube Yönetim Komitesi’ne sunmakla ve bunu uygulamakla görevlidir.

MADDE 8 – TEKNİK KOMİTE

Yönetim Komitesi içinden görev verilen en az üç üyeden oluşur.

a- Basketbol Şubemize bağlı tüm takımların tek sorumlusudur. Kendi aralarında görev ve yetki bölümü yapabilir.

b- Yıldız, Genç ve A kadrosunu yönetecek teknik eleman ve antrenörleri bulur ve Yönetim Komitesi’nin tasviplerine sunar,

c- Şubemizin müsabakalara katılacak olan kadrolarını tayin, tespit ederek yönetim komitesinin tasviplerine sunar,

d- Kendisine yardım edebilecek olan her türlü alt komiteler teşkil eder ve onları görevlendirir ve yönlendirir.

MADDE 9 – SOSYAL-İDARİ KOMİTE

Yönetim Komitesi içinden görev verilen en az bir üyeden oluşur. Şubenin her türlü iç ve dış sosyal-idari faaliyetlerini düzenler, Komite’nin tasvibinden sonra uygular. Yönetim Kurulu Sosyal Üyesi ve Sosyal Tesisler Komitesi ile işbirliği içinde faaliyetlerini yürütür.

BÖLÜM: II

Defter ve Belgeler

MADDE 10

Basketbol Komitesi, Dernekler Kanunu ve buna bağlı paralel olarak tanzim edilen kulüp tüzüğü çerçevesi içinde ve bunlara bağımlı olmak kayıt ve şartıyla ayrıca kendi bünyesi içinde şu defterleri tutar:

a- Yönetim Komitesi Karar Defteri,

b- Gelir ve Gider Defterleri,

c- Basketbol Şurası Kütük Defteri

Yukarıda sayılı defterler, Kulüp Başkanı, Kulüp Genel Sekreteri ve Amatör Şubeler Direktörü veya Yönetim Kurulunca görevlendirilen üye tarafından müştereken imzalanarak tasdik edilir.

BÖLÜM: III

Basketbol Şubesi Gelir ve Giderleri

MADDE 11

Basketbol, Yönetim Komitesi’nce hazırlanıp, Kulüp İdare Heyeti’nin tasviplerine sunularak uygulanacak olan bütçesinin gelir ve giderleri şunlardır:

A– GELİRLER:

a- Kulüp bütçesinden tahsis edilen meblağ (Bu meblağ, aylık bölümler halinde şube yönetim komitesine verilir),

b- Reklam gelirleri,

c- Şubeye yapılan her türlü bağışlar,

d- Sportif faaliyet gelirleri,

e- Sosyal faaliyet gelirleri,

f- Sair gelirler.

A– GİDERLER:

a- Sportif faaliyetin icra ve ifası için yapılması gereken her tür gider,

b- Sosyal giderler

c- Sair giderler

Kulüp Yönetim Kurulu’nun tasvibine sunulan gelir-gider bütçesinin açığından Yönetim Komitesi tüm olarak sorumludur. Ancak bütçe denkliğini sağlamak şartı ile ve de Yönetim Kurulu’nun tasvibini alarak bütçe rakamlarını aşmak mümkündür. Yönetim Komitesi, yukarıda yazılan uygulamalarından dolayı, Kulüp Murakabe Heyetinin her hal ve karda denetimi altındadır.

BÖLÜM: IV

Uygulama

MADDE 11

İşbu yönetmelik hükümleri, Kulüp Yönetim Kurulunca kabul edildiği tarihten itibaren yürürlüğe girer ve Fenerbahçe Yönetim Kurulunun Basketbol Yönetim Komitesine verdiği yetki ile yürütülür.

GEÇİCİ MADDELER

GEÇİCİ MADDE – 1

Basketbol Şubesinin İlk Yönetim Komitesi şu üyelerden teşekkül etmiştir:
Engin Berker, Uğur Akad, Umur Türe, Mete Yalçın, Ercüment Ceyhan, Ömer Urkon, Tuncer Kobaner, Önder Dai, Erdal Poyrazoğlu

GEÇİCİ MADDE – 2

Yönetim Komitesince tutulması öngörülen Basketbol Şurası Kütük Defteri bu yönetmeliğin yayım tarihinden itibaren 4 ay içinde görevlilerce tanzim edilir. Bütçe ise 1 ay içinde tanzim edilerek Yönetim Kurulu’nun takdir ve tasviplerine sunulur.

BAŞARILI ÇALIŞMALAR

Arkadaşlar gerçekten büyük bir feragat ve fedakarlıkla çalıştılar. Öncelikle Şura Kütük Defteri’ni en kısa zamanda tamamladılar. Bu kütük defterinde 1 numarayı Muhtar Sencer’e, 2 numarayı da bana verdiler. Duygulandım ve gururlandım haklı olarak.

Ve ilk iş olarak da Sosyal Tesisler’de bir “40. Yıl Balosu” düzenlediler. Fenerbahçe’de basketbolun 40’ıncı yılı hem güzel bir balo ile kutlamış oldu, hem de şube ilk gelirini bu baloyla sağladı.

Bu baloda açılış konuşmasını yapan Engin Berker kardeşimin beni mikrofona çağırarak konuşturması da benim için tarifsiz bir heyecan verici sürpriz oldu. Yalnız kırk yıl öncesinin değil, koskoca bir kırk yılın olanca heyecanını yaşadım.

Bu özerklik hareketiyle Fenerbahçe basketbolu yine ayağa kalktı. Bu harekette Mete Yalçın, Engin Berker, Prof. Erdal Poyrazoğlu, Ömer Urkon, Tuncer Kobaner, Uğur Akad, Umur Türe, Ercüment Ceyhan, Önder Dai ve rahmetli Şevki Tokmakoğlu kardeşlerimin gösterdikleri fedakar çabaları burada sevgiyle, takdirle ve şükranla anmadan geçemeyeceğim.

Bu eski basketbolcularımız kişisel işlerinin olanca çokluğuna rağmen istirahat ve eğlence saatlerinden büyük fedakarlıklarla Fenerbahçe basketbolu için elbirliği ile çalıştılar. Tıpkı Sarı-Lacivert forma altında yıllarca ter döktükleri gibi.

Yalnız vakitlerini değil, nakitlerini de kattılar bu davaya.

Komaya girmek üzere bulunan kırk yaşındaki bir hasta şube onların bu fedakarlıklarıyla yeniden hayat buldu. Yeniden şahlandı.

Hepsi başarılı birer iş adamı, ilim adamıydılar. Aile, çoluk çocuk sahibiydiler. Kendilerine gösterdikleri fedakarlıklardan ötürü teşekkür ettiğimde sevgili Mete Yalçın’ın söylediği bir söz vardı ki, dünyalara değerdi:

“Bize Fenerbahçe ve Fenerbahçelilik çok şey verdi ağabey. Bizler biraz bir şeyler verebildiysek ne mutlu biz”

Genç takımımızdan yetişen ve yurt dışında pek büyük işler yapan büyük bir inşaat firmasının sahibi olarak uluslar arası çapta bir başarıya ulaşmış bir iş adamıydı Mete Yalçın. Bizler ona Fenerbahçe formasından başka bir şey verememiştik 1950’li yıllarda. Genç takımdan sonra şampiyon birinci takımlarımızda da top koşturmuştu. Diğerleri için de aynı şeyler geçerliydi. Yıllarca Fenerbahçe basketbolunu başarıya koşturan bu aslan yürekli çocuklarımıza şükranla kucaklamaktan başka ne diyebilirim ki.

O günlerde Fenerbahçe Kulübü de parasal bir krizin içinde bulunuyordu. O kadar ki Kulüp Başkanı Fikret Arıcan, basketbol şubesine başvurarak, formalara alınan reklam gelirini istemek zorunda kalmıştı. Ve basketbol takımına alınan formaların parası kulübe verilmişti. Böylece Fenerbahçe basketbol şubesi kulübe parasal yardımda bulunacak duruma gelmişti.

ESKİYE DÖNÜŞ

Bu bağımsızlık günleri çok sürmedi. Sanırım iki yıl kadar. Sonunda şube, bağımsızlığını, yeni Yönetim Kurulu’nun teklifiyle kulübe iade etti. Yeni başkan Metin Aşık, basketbol şubesine gereken büyük önemin kulüp tarafından verileceğini ve büyük yatırımların yapılacağını söyleyerek bu istekte bulunmuştu. Yönetim kurulunda Fenerbahçe formasını uzun yıllar sırtında taşımış Erol Demiroma gibi eski bir basketbolcumuz da yer alıyordu. Erol Demiroma, bu bağımsızlık hareketinde ve günlerinde de hizmet vermiş bir kişiydi. Yönetim Kurulu, basketbol şubesinin sorumluluğunu ona bırakıyordu.

Metin Aşık ve arkadaşları, bu yoldaki kararları gibi kendileri de gerçekten samimi idiler. Buna hep inanmıştık. Gerektiğinde aynı formül yeniden yürürlüğe konulmak üzere bağımsızlık kulübe iade edildi.

Metin Aşık ve arkadaşları gerçekten Fenerbahçe basketboluna yardımcı oldular. Kulüp başkanı ve yönetim kurulu üyeleri Fenerbahçe basketbol takımını maçlarda bile yalnız bırakmadılar. Metin Aşık, maçlardan önce ve maç sonlarında soyunma odasına kadar gelerek oyunculara ayrıca manevi destek verdi.

Dr. İsmet Uluğ, Faruk Ilgaz, Fikret Arıcan, Tahsin Kaya o güne kadar Fenerbahçe basketbol takımının maçlarında salonlarda görülen başkanlardı. Emin Cankurtaran ve Ali Şen de öyle. Ancak bu ikisi, bu şubenin yöneticiliğinden gelmeleri bakımından ayrı bir anlam taşıyordu gözlerimizde.

Metin Aşık’tan sonra da Güven Sazak ve Hasan Özaydın’ı da gördük salonlarda.

Basketbol takımımızın maçlarında gördüğümüz ilk Yönetim Kurulu Üyesinin’de Dr. Rüştü Dağlaroğlu olduğunu söylemeyi özellikle isterdim.

Fenerbahçe basketboluna ilgi ve sevgi gösteren tüm başkanların ve yönetim kurulu üyelerinin gönüllerimizde ayrı birer yerleri vardır. Çünkü bugün 50 yaşındaki bu çocuk yıllarca büyüklerinin ilgisinden ve sevgisinden uzakta yaşamış, öyle büyümüştür. Sadece iki ağabey tanımıştır 10 yaşına kadar. Ve onların ilgisiyle ve sevgisiyle yaşayıp büyümüştür.

VE RÖNESANS

1993 yılında Fenerbahçe basketbolu büyük bir Rönesans yaşadı.

Fenerbahçe’ye gönül vermiş büyük işadamlarının kurmuş oldukları “1907 Fenerbahçe Derneği” sahip bulunduğu büyük imkanlarla Fenerbahçe basketbolunu üstlendi. Bu gerçekten önemli bir olaydı.

1907 Fenerbahçe Derneği Yönetim Kurulu yayınladığı bir bildiride Fenerbahçelilere ve tüm sporseverlere şöyle sesleniyordu:

Basketbolu Fenerbahçe’de bir ekol haline getirmek amacında olan 1907 Fenerbahçe Derneği’ni ve amaçlarını size kısaca aktarmak istiyoruz:

1907 Fenerbahçe Derneği’nin,

Bir takım ruhu içinde Fenerbahçe’ye katkıda bulunacağı ortamlar yaratmak,

Fenerbahçe camiasında ve kamuoyunda etkin hizmetler vermek,

Fenerbahçe’nin kulüp olarak çağdaş bir yapıya kavuşturulması çalışmalarında etkin rol oynamak,

Fenerbahçe’nin kendi gelirleri ile yönetebileceği kalıcı mali kaynaklara sahip olabilmesi için çalışmalarda bulunmak,
şeklinde özetleyebileceğimiz amaçları bulunmaktadır.

Aralarında ülkenin en ünlü işadamlarının bulunduğu bu derneğin seçkin üyelerinin Fenerbahçe’nin o görkemli seyircisiyle basketbol salonlarında bütünleştiklerini görmek arı bir zevk, ayrı bir mutluluk oldu.

Yine bu derneğin himmetiyle başta Ercan Saatçi olmak üzere Fenerbahçe’ye gönül vermiş sanatçıların basketbol salonlarındaki müzikli gösterileri her zaman coşkun olan Fenerbahçe seyircisini büsbütün coştururken, Sarı-Lacivert renkler içindeki ponpon kızlar da basketbolumuza ayrı bir renk kattılar.

Muhtar Sencer de bugünleri görseydi...

Önce Ferhan Baras, arkasından onun gibi iki eski Fenerbahçeli basketbolcumuzun Ayduk Koray ile Altan Dinçer’in oğullarını gördük Fenerbahçe basketbol takımının başında. Bu da Fenerbahçe basketbolunun artık babadan oğla devredilen kutsal bir emanet olduğu imajını yaratıyor gözlerde ve gönüllerde. Ne kadar güzel.

Ve Fenerbahçe basketbolu ellinci yaşına/ikinci yarım yüzyılına işte böylesine anlamlı bir tablo içinde giriyor. Bu büyük anıtın temelinde ufak bir taşı ve alnının teri bulunan benim için mutlulukların da en yücesi bu.

Önce Efes Pilsen gibi güçlü bir rakibi yenerek kazanılan 1994 Cumhurbaşkanlığı Kupası, arkasından Avrupa Kupa Galipleri Kupası’nda final grubuna kalma başarısı ve ligdeki iddialı durum.

Bütün bunları, bugünkü Fenerbahçe basketbolunun Sarı-Lacivertli camiaya en büyük “50. Yıl Armağanı” olarak kabul ediyorum. Ve itiraf etmeliyim ki, bu büyük armağandan kendime de bir pay çıkarıyorum. Biraz egoist bir düşünceyle de olsa, bütün bu başarıların benim için en büyük armağan olduğunu kabul ediyorum.

Bütün bu güzelliklerin temelinde 1907 Fenerbahçe Derneği’nin maddi ve manevi çabalarının yer aldığına hiç kuşkum yok. Ancak yukarıda bahsettiğim bildiride de açıkça belirtildiği üzere, “1907 Fenerbahçe Derneği, Fenerbahçe Spor Kulübü ile yaptığı anlaşma doğrultusunda basketbol takımının yönetimini, her türlü maddi sorumluluğu dahil olmak üzere 3 yıllığına üstlenmiştir.” Ve bu sürenin son yılını yaşıyoruz bugün.

Fenerbahçe basketbolu mükemmel ellerdeki alt yapısıyla, üst yapısıyla parlak bir gelecek vaat etmektedir. Bu anlaşma hiç olmazsa en az bir üç yıl daha uzatılmalıdır ki, alt yapıya yapılan yatırımlar emaresini vermeye başlasın.

Yoksa bu güzel eser birdenbire çirkinliklere, kötü günlere düşebilir. Bunu düşünmek dahi istemiyorum. Artık Fenerbahçe basketbolunda tüm şanssızlıklar, tüm kötü günler geride bıraktığımız ilk yarım yüzyılın içinde kalmış olsun.

Dileğim, bu başarıların, bu güzelliklerin daha nice 50 yıllar devam etmesidir.

GERİDE KALAN YARIM YÜZYILA BİR BAKIŞ

Tam yarım yüzyıldan beri var olan Fenerbahçe Basketbolu’nun en dışında kaldığım zamanlarda dahi ta içindeydim. Zaman zaman çok yakınlardan, arada bir de uzaktan izledim potalar altındaki Fenerbahçe’yi. Hep aynı büyük sevgi v, hep aynı büyük heyecanla.

Nice anılar, nice heyecan dolu maçlar, nice zafer sevinçleri, nice sıkıntılı günler, hatta dönemler var bu elli yılın içinde.

Ve bir de bu elli yılın içinde Fenerbahçe basketbolundan gelip geçenler var.

Onları anmadan yapabilir miyim hiç?

Yarım yüzyılın isimleri görkemli bir geçit yapıyorlar anılarımda. Her zamanki efendi, vakur, sevecen, heyecanlı, azimli ve o neşe dolu halleriyle.

Önce basketbolcular geçiyorlar. Onlar benim kardeşlerim, evlatlarım. Adlarına göre alfabetik bir sıraya diziyorum kağıt üzerinde. Aralarında bugünün başarılı bilim adamları, profesörleri, büyük işadamları, ticaret adamları var. Onları heyecanla alkışlıyorum ve sevgiyle kucaklıyorum bir bir.

Abdullah ATAMAN
Ahmet DOSTAL
Ahmet KIRLI
Ahmet KURT
Ahmet SARI
Akın ÖNGÖR
Aleko MORİSİS
Ali Rıza LİMONCUOĞLU
Ali Side
Altan DİNÇER
Altar TUNÇKOL
Apostol NATOF
Aron HABİB
Arşalom ARDİTİ
Aydın UYSAL
Ayduk KORAY
Ayhan ÖZ
Aytek GÜRKAN
Barış
Barış KÜCE
Beklan Algan
Barış SÜER
Bora HERİŞ
Boris KAHANOVİC
Bülent TACETTİN
Calvin ROBERTS
Can ATAMAN
Can BARTU
Can SONAT
Candan TEKİN
Cemal ŞENOVA
Cengiz KAYATÜRK
Cenk GÜRSOY
Cenk RENDA
Chuck ROSENKRONZ
Cihangir BAŞARAN
Conrad Mc RAE
Corry BLACKWELL
Coşkun TEZİÇ
David FİLİBA
Demir ŞALT
Dragan POPOVİC
Eddy OGLESBY
Efe AYDAN
Eldebran ÜLSERİN
Eliko BEHAR
Emin ÖZER
Emin YILDIZ
Emir ERZİN
Emre EKİM
Emre TUHAN
Engin DOMANİÇ
Engin MURATOĞLU
Enis GÜNŞAR
Ercan DEVEKUŞUOĞLU
Erdal BİBO
Erdal KOŞAN
Erdal POYRAZOĞLU
Erdim ÖZTOKAT
Eren İBRE
Eric GUSTAVSSON
Erdoğan KARABELEN
Erdoğan YALKIN
Ergin AŞKINER
Ergun İREN
Erkan VEYSELOĞLU
Ermal KURTOĞLU
Erman KUNTER
Erol ÇAPAR
Erol DEMİOMA
Erol PEKELMAN
Ertan TRAK
Ertem GÖREÇ
Ertunga ULUS
Fahrettin GÖKMENOĞLU
Faruk BEŞKÖK
Fatih ÖZAL
Felix COLEMAN
Fensal GÜRKAN
Ferhan BARAS
Ferhat OKTAY
Gökbörü AYGAR
Gökhan KÖKEŞ
Günay ERKAN
Güray KANAN
Gündüz ERKAN
Güner ŞAKAR
Güner YALÇINER
Habib YANNİER
Hakan ARTIŞ
Hakan YÖRÜKOĞLU
Hakkı TANKUT
Halil DAĞLI
Haluk REMAN
Hanri DÜVENYAS
Harun ERDENAY
Hasan İBRAHİMOĞLU
Hikmet VARDAR
Hür GÜNERALP
Hüseyin KOZLUCA
Hüsnü ÇAKIRGİL
İbrahim AYGEN
İbrahim KUTLUAY
İlhan ULUS
İlker BELGÜTAY
İlker ESEL
İsmet BADEM
İzak VENTURA
İzzettin SÜRÜCÜ
Jak HABİB
James HEATMAN
James HOLLEY
James RAY
Janko KNEZEVİC
Jay TRİANO
John clay CHALFANT
Kadir GÜRKAN
Kemal DİNÇER
Kemal ŞENOVA
Kenneth BASLEY
Kenny MİLLER
Kevin HOLLAND
Kevin Lee SİNLETON
Larry RİCHARD
Levent TOPSAKAL
Majak ÇAKIROĞLU
Martin ANDERSON
Mehmet Ali TLABAR
Mehmet Beklan ALGAN
Mehmet Ali KIŞLALI
Mehmet BATURALP
Mehmet DÖĞÜŞKEN
Mehmet Jeba BERKOK
Mete KÜÇÜKYILMAZ
Mete YALÇIN
Metin ANGUN,
Metin ÇABUKEL
Metin SERPEN
Mike TERPSTRA
Mişel GABAY
Mitch SMİTH
Mitko STOJANOV
Mordahay HABİB
Moris MEŞULAM
Muammer TEZOL
Murat ŞEN
Murat YOSMAOĞLU
Mustafa BATTALGAZİ
Mustafa KASAPOĞLU
Mustafa PLEVNELİ
Mustafa KEMAL BİTİM
Necati GÜLER
Necdet RONABAR
Nedim HOŞGÖR
Nejat DİYARBAKIRLI
Nerses KARAKAŞ
Nezihi TELATAR
Oktay OKAN
Orhan AYDIN
Orhan ZEREN
Orhun ENE
Osman BERKMAN
Osman GÜNDÜZ
Öjen RAAD
Ömer BATURALP
Ömer BÜYÜKAYCAN
Ömer DULAK
Ömer LAKAY
Ömer ONAN
Ömer URKON
Önder OKAN
Özcan DİNÇER
Pete WILLIAMS
Pol AFIAKE
Raymond RAAD
Remzi KILAN
Reştan ARAS
Rıfat DANIŞMAN
Robert POLICNIC
Roger BRUNNIR
Ronald DAY
Rüştü KIRMACIOĞLU
Sacit SELDÜZ
Sam WILLIAMS
Serdar SUSMUŞ
Samuel THOMPKİNS
Scott PARISH (Sacit PARS)
Silvio GUERSON
Sinan ÖZTÜRK
Stefan APRIDIS
Süleyman ÖZMEN
Şadi OLCAY
Şükrü METE
Taner AKMAN
Tanju KONURALP
Tarık TUGAL
Tevfik URAN
Tonguç GÜRCUN
Tonies LEWIS
Tufan TURAN
Tuğrul ATAMAN
Tuğrul DEMİR
Tuğrul KUTADGUBİLİG
Tuncer CANTEZ
Tuncer ERDÖLEN
Tuncer KOBANER
Tunç ERİM
Tunç OZAN
Turhan BÜYÜKMETE
Umur TÜRE
Urcum OĞUZ
Ümit AKAN
Üstün ÖNGEL
Vitali BENAZUZ
Yalçın KÜÇÜKÖZKAN
Yavuz TÜRKOĞLU
Yıldıray AYGÖREN
Yılmaz GÜNDÜZ
Yürük KABALAK
Zan NOLAN
Zeki BİLGİN
Zeki GÜLAY
İsimlerini atladıklarım varsa, lütfen beni bağışlasınlar. Yarım yüzyıllık bir geçmişi bir bir hatırlayabilmek kolay bir şey değil.

Basketbol potaları altında Sarı-Lacivert renkler için mücadele vermiş, ter dökmüş her kişinin gönlümde ayrı bir sevgisi, emeklerine ise büyük saygım vardır. Onları burada bir kez daha sevgiyle anarken, aramızdan göçüp gidenleri de rahmetle yad ediyorum.

Fenerbahçe birinci takımında yer alan basketbolculardan sonra bu görkemli geçitte sıra antrenör olarak hizmet verenlere geliyor. Onlar kronolojik bir sırayla anılarımdan geçiyorlar:
Jak Habib, Feridun Koray, Chuck Rosenkronz, Reştan Sipahi Aras, Samim Göreç, Önder Dai, Mehmet Baturalp, Tuluğ Siyavuş, Hüseyin Kozluca, Önder Seden, Faruk Akagün, Aydan Siyavuş, Rıza Erverdi, Fehmi Sadıkoğlu, Çetin Yılmaz, Necatü Güler, Cihansever Yeşildağ, Faruk Kulenoviç, Murat Didin’ler.

Onları da sevgiyle ve saygıyla selamlıyorum, kucaklıyorum.

Fenerbahçe basketboluna büyük fedakarlıklar, büyük mücadeleler vererek yaşatan ve yürüten yöneticilere geliyor sıra:

En başta, sırtında uzun siyah pardösüsü, ağzında piposu, ceplerinde birkaç avuç kabak çekirdeği ve yüzünde eksik olmayan tebessümü ile sevgili Muhtar Sencer. Her zamanki gibi koluna girdiği kişi de ben olmalıyım. Sonra diğerleri sıralanıyorlar anılarımda. Enis Sine’ler, Sedat Bayur’lar, Bülent Büyükyüksel’ler, Emin Cankurtaran’lar, Nejat Ekit’ler, Saffet Aktarı’lar, Erol Demiroma’lar, Ali Şen’ler, Hüseyin Kozluca’lar, Güner Yalçıner’ler, Altan Dinçer’ler, Eral Pars’lar, Erdal Poyrazoğlu’lar, Mete Yalçın’lar, Engin Berker’ler, Uğur Akat’lar, Umur Türe’ler, Ferhan Baras’lar, Halil Dağlı’lar, Murat Dizdar’lar, Doğan Hakyemez’ler, Kemal Dinçer’ler.

Bu büyük geçitte hiç kuşkusuz 1907 Fenerbahçe Derneği’nin başkanı Mustafa Koç’un da unutulmaz bir yeri var.

Onları da, emeklerini de sevgiyle ve saygıyla kucaklıyorum

İki büyük başkan vermiş Fenerbahçe Basketbol Şubesi kulübe: Emin Cankurtaran ve Ali Şen. Bununla da gurur duymamak mümkün mü?

Yarım yüzyılın bu görkemli geçidinde şampiyonlukların da önemli bir yeri bulunmaktadır. Fakat sırası gelmişken hemen belirtmeliyim ki, Fenerbahçe basketbolunun yarım yüzyıllık tarihi bu konuda da şanssızlıklarla doludur. Bu yüzden kazanılan şampiyonlukların, mücadele edilen rakiplere karşı olduğu gibi şanssızlıklara karşı olduğuna da her zaman inanmışımdır. Çünkü bunlara tanık olmuşumdur.

İlk büyük şampiyonluk, 1954-55 İstanbul Şampiyonluğu. Ezeli rakip Galatasaray’ın “Yenilmez Armada”lığına son verilerek ulaşılan mutlu son. Türk Basketbol tarihinde bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan olay.

Ve onu izleyen diğerleri, 1955-1956 ve 1956-1957 İstanbul Şampiyonlukları

Üç yıl arka arkaya gelen bu üç anlamlı şampiyonluktan sonra beş yıllık bir durgunluk dönemi ve sonra potalar altında yeniden büyük şahlanış günleri.

1962-1963, 1963-1964, 1964-1965 ve 1965-1966 İstanbul Şampiyonlukları

Dört sezon dinmeden potalar altında esen bir Sarı-Lacivert fırtınası.

Bu arada unutulmayan bir başka şampiyonluk daha var Fenerbahçe’nin basketbol tarihinde. 1956-1957 Türkiye Basketbol Şampiyonluğu. O sezon Fenerbahçe basketbol takımı hem İstanbul, hem de Türkiye şampiyonu olmuştu.

Anlamlı kupayı 3 kez müzesine götürmeyi başardı. 1985’de Galatasaray’a, 1988’de Eczacıbaşı’na kaptırılan Cumhurbaşkanlığı Kupası, 1990’da Galatasaray’ı, 1991’de Tofaş SAS’ı ve 1994’te de Efes Pilsen’i yenerek Fenerbahçe’nin oldu.

Fenerbahçe basketbolu 50’nci yılını sporcusu, antrenörü, yöneticisi ve o görkemli seyircisiyle bir bütün olarak kutluyor. Şuna yürekten inanıyorum ki, bu birlik ve beraberlik içinde Fenerbahçe basketbolunu çok iyi günler beklemektedir.

Ellinci yılında Fenerbahçe basketbolunu emin ellerde görmek bana büyük umutlar veriyor. 1907 Fenerbahçe’nin müşfik bağrındaki sıcak sevgi ve ilgi, gerçekten hayati bir önem taşımaktadır. Başta sayın Mustafa Koç ile sayın Menderes Utku ve iyi niyetli, çalışkan; Fenerbahçe basketbolunun içinde doğmuş sevgili Kemal Dinçer olmak üzere 1907 Fenerbahçe Derneği’nin tüm kurucularını ve yöneticilerini en sıcak duygularımla kutluyorum ve kendilerine teşekkür ediyorum. Bu davaya kendini vermiş; hatta baş koymuş olan sevgili Murat Didin, Sarı-Lacivert sevgisiyle dopdolu kaptan sevgili Hüsnü Çakırgil ve değerli takım arkadaşları bu umutlarımı güçlendiren unsurlardır bugün. Altyapının başında sevgili Önder Seden gibi değerli bir hoca ve çalışma arkadaşlarıyla yüzlerce küçükten ve delikanlıdan oluşan muhteşem taban ise yarının Fenerbahçe basketbolu için en büyük umutlarımdır.

Bugünleri yaşadığıma şükrediyorum. Fakat içimde bir burukluk da duyuyorum bu güzel günleri yaşarken. Bu yola yarım asır önce birlikte baş koyduğumuz sevgili Muhtar Sencer de aramızda olsaydı, o da bu günleri görseydi, diyorum kendi kendime. Fakat şuna da inanıyorum ki sevgili ideal arkadaşımın o tertemiz ruhu da bunları görüyor ve yaşıyordur.

Nice elli yıllara, nice büyük başarılara...

- SON -

KAYNAK :
Büyük Fenerbahçeli Tarihçimiz Cem Atabeyoğlu'nun kaleminden aktaran ''fenerbasket''ten
Barış Eymen.

http://basketfener.blogspot.com.tr/2010/07/fenerbahce-basketbolu-nasl-kuruldu.html

HEPİMİZ ÖLELİM FENERBAHÇE YAŞASIN!
#sarıtribün

Çevrimdışı aaaaaa1907

  • Üye
  • Yaş: 34
  • Yer: İzmir
  • İleti: 27
    • balkabalka
Ynt: Bugüne hiç kolay gelmedik: Fenerbahçe basketbolunun unutulan tarihi
« Yanıtla #48 : 02 Ağustos 2017, 06:02:19 »
Bir Taraftar Gözü İle Fenerbahçe Basketbolu

– Bölüm 1 –

| 9 Şubat 2015 |

Spor Sergi’yi hiç görmedim,yani gördüysem de hatırlamıyorum.
Fenerbahçe basketbol takımı ile ilgili aklımdaki ilk sahne 90-91
şampiyonluğu benim. İstanbul, Bursa derken Adana, Isparta ve en sonunda
Antalya’da gelen şampiyonluk. Mübarek final serisi değil, kavimler
göçü. Larry Richard, Hüsnü, Aliço, Hakan, Kemal. Sırf o sene yüzünden hala
Çetin Yılmaz’a toz kondurmam. Çocukluğun travmaları da kahramanları da
unutulmuyor. Levent de var ama onu hatırlamak istemiyorum. Tek yabancı
hakkı, tek kanal, tek yayın ki o da sadece final, haftanın tek günü, tek
basketbol programı. İki olan tek şey spiker sayısı. Lakin orda da
büyük bir sorun var; Murat Murathanoğlu’yla Avni Küpeli’nin yabancı
oyuncu telaffuzları arasında öyle farklar vardı ki ”lan yeni adam mı
aldık” derdim her maç. En azından ben diyordum. Biraz salak bir çocuk
olabilirim belki,bilemiyorum.

Şimdi her maça yayın var. Her maça ayrı yayın yapan, ayrı ayrı paralı
kanallar. Şu faturaya bir 10 lira daha eklemenizi rica
edeceğim, teşekküler. Hepsine ayrı spiker, spikerlerin yanına ayrı
yorumcu, yetmezse stüdyoda ayrı ayrı yorumcular. Kösice’ye bile ”köşişye”
mi ne diyorlar,düşün memleket ne kadar gelişmiş. Bakın samimi
söylüyorum Kösice başkanın haberi yoktur takımın adının öyle telaffuz
edildiğinden.

Yine de güzeldi.

Efes-Ülker hegemonyası başladı sonra. Para orda, koç orda, teknik kadro
orda. Otobüsü dayıyorlar fabrikanın önüne, yüklüyorlar, haydi Abdi
İpekçi’ye. Taraftar da orda yani. Mal olmasına rağmen sırf anası okul
aile birliğinde diye teşekkür alan (takdir alamazlardı), yeni yeni
dikilmeye başlanan sitelerin şorolo çocukları o dönem ”futbolda
Fenerli’yim ama basketbolda Efes’liyim” derlerdi, bilmezsiniz siz
onları. Kafasının arkasına böyle bir kesme tokat atardık onların biz
çırpı bacaklı, naylon Fener şortlu sokak itleri olarak.

Efes alıyor Naumoski’yi, biz alıyoruz Bronx’ta torba tutan papikçiyi.
Adam dün akşam mahallenin köşesinde ”hap var, cigara var, ex var, roche
var” diye bağırıyor, sabah Yeşilköy’de gazetecilere ”her maç 50 sayı
atmazsam suratıma tükürün” diyor. Öyle acayip dönemler. Öyle
adaletsiz sezonlar.

Hayatımda ilk defa 95’te bir basketbol maçına gittim. O
Efes’i, yenilmez Efes’i play-off yarı finalinde 2-0 geriden gelip
yakalamışız, beşinci maç Abdi İpekçi’de. Mahşer yeri gibi salonun
önü, altı yüz bin kişi falan var. Karaborsadan almıştı babam bileti.
Kaderim orda değişti işte, karaborsacılardan hala kurtulabilmiş
değilim. Neyse efendim mevzu dağılmasın. İbo diye bir oğlan
çıkmış, yabancı sayısı üç olmuş, Mitch Smith diye eli yüzü düzgün bir
yabancı almışız, yetmemiş ara transferde Kevin Rankin’i almışız. Adamın
boyu tam 2 metre 12 santim. O dönem bizim için dünyanın en uzun insanı
olan Tamer Oyguç’tan bile uzun, inanabiliyor musunuz? Bir pozisyonda
yerdeyken mola istemişti de ‘herkes n’apıyo lan bu” demişti. Sonradan
alıştık bu tip Amerikan salaklıklarına. İçerde Efes taraftarı da var.
Az ama var yani. ”lan” dedim kendi kendime, ”o çocukların babası da
onlar gibiymiş, gerizekalılık bunlarda ata sporu herhalde”. ”Ayı
Tamer” tezahüratları altında geçen maçta Fenerbahçe, bir sonrakini
oynamasına daha 11 sene olduğunu bilmeden finale çıktı. Finalde
Ülker’e 4-2 kaybettik. Ülker’in koçu Çetin Yılmaz’dı. Çift taraflı
ajanmış ahlaksız

Sonraki sene hafif bi’ hareketlenme başladı. Henry Turner diye bir
adam geldi, Allah’a şirk koşmak gibi olmasın ama Jordan gibiydi. Ayhan
Şahenk’teki bir Galatasaray maçında ayağı kırılmıştı. Kırık derken
böyle boktan bir kırık değil. Adamın bildiğin kaval kemiği kırılmış
lan. Bir bandaj, iki fıs fıs sıktılar, maça devam etti. Önce bir üçlük
attı, sonra da bir blok yapıp maçı aldı. Dallas Comegys diye bir adam
almışlar, elinden ne uçan kurtuluyor ne kaçan. Hem savunma, hem hücum da
canavar. Acayip bir topçu. Zaten o kadar iyiydi ki, Fenerbahçe’nin
yükselmesini istemeyen dış mihraklar adamı vurdu. Vurdu
derken, gerçekten vurdu. Uludağ’da mı ne, bir barda adamın manitasına
asılmış, adam da saydırmış. Karaciğerine mi ne gelmiş, vay efendim
basketbol hayatı bitmiş, bundan sonra pipetle beslenirmiş. Bak yalan
olmasın 6 ay sonra smaç vuruyordu. Öyle insanlıktan nasibini almamış
bir babayiğitti. Maccabi’ye gitti sonra.

Şimdikiler gibi değildi o zamankiler. Güneşten ışık yontarlardı, sert
adamlardı. Gittiler, akşam olmadan ortalık karardı.

Böyle iyi yabancılarla artık şu Efes’i bir tokatlamışızdır diyorsunuz
değil mi? Babayı tokatlamışızdır sayın okuyan. Bu sefer de yerliden
giriyorduk içeri. Misal, Erdal Koşan diye bir oyuncu izledik biz. Onu
izleyen herhangi birine gidip ”izlediğin en kötü oyuncu kimdi diye”
sorun, kesin olarak Erdal diyecektir. Öyle bir efsane,öyle nevi şahsına
münhasır bir insandı. Bir Hapoel maçı var örneğin. İlk maçı İsrail’de
12 sayıyla kaybetmişiz,burda son 30 saniyeye 13 sayı önde girdik.
Rakip guard 20 saniye falan elinde tuttu topu. Sonra iki dripling
yaptı. Hücumun bitmesine 5 saniye var,adam potadan 9 metre falan
uzakta. Erdal gitti taktik faul yaptı. Evet taktik faul. Gitti vurdu
adama. Kendini tribünden aşağı atanlar mı istersin, yanındakinin
kafasını ısıranlar mı? Tribündeydim, hüngür hüngür ağlamıştım. Çok
acayip bir insandı sağolsun. Zaten bir ondan, bir de Naumoski’den
tükendi şu genç ömrüm. Naumoski 28 saniye topu elinde tutar; bu 28
saniyenin 27 saniyesinde formasıyla alnındaki teri siler, sonra da
kaldırır atardı üçlüğü. O gün bugündür topu elinde uzun tutan guarddan
korkarım. Gary Lineker’in çok sevdiğim bir sözü vardır: ”
Basketbol, Naumoski’nin topu 28 saniye elinde tutup, son saniyede
Fener’e üçlük attığı bir oyundur.”

Sonra kadro bozuldu, Afrika kabile reislerinin çocuklarını falan
aldık. Öyle adamlar geldi ki Bronx’un papikçileri yanlarında Drazen
Petrovic kalıyordu. Ama takım harika oynuyordu. Setleri falan görseniz
piyuu. Takımın inanılmaz bir sistemi vardı; topu orta sahaya kadar
getir ve İbo’ya ver. Barış Süer mi istersin, Cömert Küce mi, yoksa Hicri
Güneri mi? Müthiş bir takımdı. Zaten Clyde Drexler’ın bir sözü vardı o
takımla ilgili ”Eğer bu takım karşımıza çıksaydı Dream Team’i bugün
hiç kimse hatırlamıyor olurdu”. O ara Tofaş, İbo’ya 10 milyon mu ne
teklif etti. İbo ”ben gitcem, burda bir bok olacağı yok dedi”, Aziz
Yıldırım ”git de göreyim” dedi. İbo kaldı. Faşo ağa kazandı.

Sonra bir yatırım, bir kalkınma ,bir atak, bir şeyler oldu. Para harcamaya
karar verdik, Nba’de lokavt oldu falan. Rahmetli Conrad’ı, pota düşmanı
Marko Milic’i, radikal islamcı Nba yıldızı Mahmoud Abdul-Rauf’u, Hırvat
uzun Zan Tabak’ı aldık. Hırvat diye bilhasa belirtmemin bir sebebi
var. O gün bugündür Hırvat oyuncu gördüğümde ”eyvah” derim ben. Ayı
oğlu ayı kucağına gelen ribaundu tokatlamıştı da son saniye üçlüğüyle
mağlup olmuştuk Cibona’ya. İbo’ya o an bir silah versen kesin elini
kana bulardı. Zira Avni Küpeli’nin deymiyle “dile kolay tam 43 sayı
atmıştı o maçta sayın seyirciler”.

O takım niye başarılı olamadı diye soracaksınız tabii sevgili gençler?
Koç Halil Üner’di. Lokavt bitti, Nba’ciler evlerine döndü.
Lokmanchuk, Gilmore, Tyson Wheeler falan, komisyon alabileceği ne kadar
adam varsa doldurdu takıma Halil ”the yüzde 5” Üner. Avrupa’da Real
Madrid’e, saha avantajı bizdeyken elendik. Halil en kritik yerde gidip
teknik faul almıştı içerdeki maçta. O an İbo’ya bir silah versen elini
kana bulardı zira sayı atamadan tamamladığı ilk yarının ardından,
ikinci yarıda 30 küsürü bulup, maçı çevirmişti.

Ligde de Tofaş’a çarptık. Aslında çarpmadık, Gilmore davarı son
saniyede iki sayı gerideyken şuta kalktı, faul çaldılar, biz tribünde
sevinçten uzun eşek oynamaya başladık, Gilmore üçte sıfır attı. O an
İbo’ya bir silah versen elini kana bulardı zira önceki maçta,Bursa’da
yine 40 küsür atıp saha avantajını bize getirmişti. Zaten 1-0 geride
başladığımız seri 2-1 oldu bu maçtan sonra. Bursa’da David Rivers
içimizden geçti sağ olsun. Aslında daha ağır tabirler kullanmak
isterdim ama şimdi burada misafirim ben, ayıp olur.

O gün bugündür ne zaman kazandık desem, kafamı çevirdiğimde Halil Üner
maskesiyle bekler hayat.

Yoruldum,devam ederim sonra. Hadi eyvallah.

– Bölüm 2 –

| 16 Nisan 2015 |

Avrupa’da Herreros, ligde Rivers’ın patates ettiği Halil ”the yüzde 5” Üner’li kadronun dağılmasının ardından, Fenerbahçe tarihinin en kötü kadrolarını izlemeye sayılı günler kaldığından habersiz olan bizler, yazın İbo’nun Efes’e gidişini yaşlı gözlerle izledik. Tamam, İbo’dan daha iyisini alamazsın belki ama, arkadaş İbo – Milic – Rauf – Conrad arkası Serdar Çağlan’ı, Jerome Robinson’ı, Tolga Tekinalp’i izletmek de resmen haksızlıktı ya. Hadi onu yaptın, beşer şaşar diyelim de, sayın faşo ağanın Halil’le devam etmesine ne demeli?

Şimdi yiğidi öldür hakkını ver, yüzde 5 Halil hiç papikçi getirmedi takıma, uyuşturucuya karşıydı kendisi. O, kaftici severdi. Akşam Bronx yarı kapalı ceza evinden tahliye olan oto teybi hırsızı, vay efendim beyaz kadın taciri sabah ilk uçakla soluğu İstanbul’da alıyordu. Sylvester Grey’i getirdi mesela. Adam kariyeri boyunca Filipinler’den tut, Maydonoz Kolejliler’e kadar 20 ayrı takımda oynamıştı. Allah belamı versin böyle geniş bir skalaya sahip bir o var, bir de Evliya Çelebi. Efendime söyleyeyim, Kombassan Konya’dan, Jeff Sanders’ı getirdi. Bakınca hayran kalır, ”ulan adama bak, resmen canlı tarih” derdin. Bak dalga geçmiyorum adam Kristof Kolomb’un Amerika’ya çıktığı günün canlı şahidiydi. Keith Jennings diye bir adam geldi, kurban olduğum küsüratla uğraşmamak için adamı düz 1 metre yaratmış. Yerli rotasyonu ise 2001 Türk Milli takımını suya götürür, susuz getirirdi. Cömert Küce mi ararsın, Barış Süer mi, Serdar Çağlan mı? Gelen vuruyor, giden vuruyordu ama faşo ağa inatla kovmuyordu yüzde beş’i. O yıl ile ilgili aklımda kalan tek hoş seda Curcic. Kendisini şöyle tarif edeyim; 1.80’lik, 100 kilo bir insan evladının vücudunun üst kısmını düşünün, hah işte o kadar kolları vardı. Adama araba çarpsa, araba perte çıkardı.

Ligi dokuzuncu bitirdik.

Avrupa Kupası maceramıza ayrı bir parantez açmak isterim.

Saporta Kupası’nda Nörkopping, Zepter Slask, Matav Pecs, Ventspils gibi Avrupa’ya damga vurmuş ekiplerle aynı gruba düştük.

Bir de Kinder Bologna vardı. Olmaz olsun. Allah belasını versin. Anası ölsün. Evi yansın. Delikanlıysa şimdi gelsinler.

İşin vahametini kavramanız için biraz

Yılmaz

Özdil’lik

yapmak zorun

dayım.

Rigaudeau

Danilovic

Abbio

Ekonomou

Stombergas

David Andersen

Bunlara karşı, bizde de işte Reha Öz falan.

Caferağa’da oynadığımız ilk maçta, Danilovic, bizle billur geçmişti. Tribün aşağı iniyordu az kalsın. Sonra aradan aklı selim bir abi çıkmış olacak ve Danilovic ayısının hepimizi sırayla döveceğini farketmiş olacak ki, bu fikirden vazgeçildi.

Ama asıl mevzu ikinci maçta yaşandı. Yani seksist cümleler kurmak istemiyorum ama insan insanı bunu yapmamalı ya bence. En azından bu şekilde olmamalı bu işler. Mahremiyet olmalı, canlı yayında böyle şeylere izin verilmemeli. Çoluk çocuk izliyor lan bunu.

86-39 geçirdiler bize. Evet 39. Otuz dokuz. O gün, bakkala gidip ne kadar Kinder Sürpriz Yumurta varsa kırdım, içinden çıkan oyuncakları da fakir fukaraya dağıttım. Bakkal Bahri 5 mahalle kovaladı ama yakalayamadı. Bakkal Bahri de çok değişik bir insandı. Cips paketinden çıkan bedavaların sayısında artış olunda cips standını kaldırmıştı. Sonradan antikacıya çevirdi dükkanı. Buradan kendisini de anmış olalım.

Bu sezonu hatırlayan insanlara iyi davranın. Zira biz çok çile çektik.

Yeni sezon öncesi yüzde beş’in, faşo ağa’nın havuzuna ”ağam bu suyun esansı eksiktir” diyerekten işemesi bardağı taşırmış olacak ki kendisinden kurtulduk.

Bu noktada sizlerle çok sevdiğim bir sözü paylaşmak isterim sevgili okuyanlar. ”Yükselmek için önce dibe vurmak gereklidir.” Kardeşlerim, abilerim, ablalarım, sizlere bir çağrım var; gelin şu lafı eden adamı bulup bir temiz dövelim. Zira samimi konuşuyorum, o yıllarda biz Fenerbahçe taraftarları olarak dibe vurmak için önce bi’ daha dibe vurmak gerekir lafını benimsemiştik.

Nihat İziç’in takımın başına geçtiği sezona Murat Evliyaoğlu, Tanoka Beard, Dragan Lukovski ve Silas Mills gibi transferlerle girdik. Burada bilhassa Silas Mills’e değinmek isterim izniniz olursa. Zira kendisi aynen Sylvester Grey gibi Yakima Sun Kings’den gelmişti. Yakima Sun Kings her ne kadar Tokyo takımı gibi dursa da aslen bir CBA takımıydı ve neden bilmiyorum ama biz bunlardan sürekli birilerini aldırdık. Nevi şahsına münhasır az muhterem birileri o ara güzel arpa yemiş anlaşılan. Neyse komisyon mevzularına girip zülfü yare dokunmayalım, sonra ağlıyorlar. Ne diyorduk, hah Silas Mills. O seviye için fena topçu sayılmazdı. Smaç falan yapardı. Güzeldi yani. Smaç yapabilen adama iyi topçu diyoruz oğlum, varın yokluğu siz hesap edin. Adamı Ertuğrul Erdoğan’a idmanda yumruk attığı için kovdular. Ya insan, alt tarafı bir yumruk attı diye kovulur mu arkadaş?

Ligi beşinci bitirdik, play-off’ta kime elendiğimizi hatırlamıyorum ama Koraç Kupası çeyrek finalinde Joventut Badalona’ya elendik. En azından ben öyle hatırlıyorum ve siz de buna inanmak zorundasınız. İnanmayan şerefsizdir

2001-2002 sezonuna girilirken yine koç değiştirip, git-gelden yalama olan garibim Murat Özgül’ü bir kez daha takımın başına getirdiler. Murat Özgül, iyi Fenerbahçeli’ydi, güzel adamdı, ortalama üzeri bir koçtu. Saygı bizden.

Bu sezonu hatırlayan insanlara da iyi davranın. Zira çile bitmiyor.

Şöyle anlatayım; Mrsic, her maç 30 atıyordu ve biz kaybediyorduk. Çünkü kazanmamız için Mrsic’in 120 atması gerekiyordu.

Anlatmaya devam edeyim; Barış Güney’i bize ”yeni İbo” diye kaktırdılar. Biz de yedik. Ciddiyim yedik. Neden? Çünkü umut etmek bizde ata sporudur. Hiç kimse bir Fenerbahçeli’den daha iyi umut edemez. Sadece bu kadar mı? Asla. Kadıköy’e resmen yıldız yağdı o yıl. Nedim Dal, Mustafa Kemal Bitim, Samir Baş, Glen Whisby, Kenyan Weaks gibi Nba yıldızları Fenerbahçe’yi tercih etti.

Ligi dokuzuncu bitirdik. Play-off’ta Galatasaray’ı tokatladık ve hazin sona bir kez daha hazır duruma geldik.

Efes’e 3-0’la elendik.

Size biradan nefret ettiğimi söylemiş miydim daha önce? Allah bütün şerbetçi otlarının belasını versin.

Bunları yazmaya nasıl başladığımı biliyorum da bir noktaya kadar neden yazdığımı tam olarak bilmiyordum. Artık biliyorum.

Abilerimizden spor sergi yıllarını dinledik. Zira daha önce de dediğim gibi nedense hiç hatırlamıyorum orayı. Eczacıbaşı diye bir basketbol takımı yok mesela benim hafızamda, ilk Efes’ten nefret etmeye başladım. Ben zaten genel olarak nefret ederim sevgili okuyan. Kıl bir insanım. Dallama bile denebilir. Sonra ben duymadım, vay efendim ben bilmiyordum olmasın. Teşekkürler.

Uzatmayayım, aklımda kaldığı kadarıyla neler yaşandığını, nasıl zorluklar, nasıl eziyetler yaşadığımızı yazıyorum. Ha biz zaten bu eziyetin hastayız, bir sorunumuz yok bununla ama yaşı yetmeyenler bugünlerin kıymetini bilsin diye yazıyorum bunları. Bugün geldiğimiz noktanın, bir zamanlar hayalini kurmamıza dahi izin verilmediğini bilin diye yazıyorum. Benim jenerasyonum ve üst jenerasyonların içinde kolay kolay tükenmeyecek bir hınç var. Kin doluyuz. Yaşı yetmeyenlerin, ne kadar çaba harcarlarsa harcasınlar anlaması imkansız bir şey bu. Bugün Avrupa’da her takıma, Avrupa’nın her şehrinde kafa tutuyoruz. Kıtanın en değerli oyuncularının üstünde Fenerbahçe forması var. Ümraniye’nin saçma sapan salonlarından, bilmem kaç bin kişilik ultra modern salonlara terfi etmişiz. Bize bu çok acayip geliyor. Belki de bu yüzden sizin kadar gerçekçi bakamıyoruz bazı şeylere. Fazla iyimser bakıyoruz bazı olaylara, saçmalıyoruz belki.

Bir kez olsun Bodiroga’ya rakip olabilmeyi hayal ederdim çocukken. Bir takıma değil, bir oyuncuya rakip olmaktı hayalim. Çünkü dediğim gibi, kurabileceğimiz hayaller bile sınırlıydı o günlerde. Hiç olmadı. Hiçbir zaman onun oynadığı takımlarla oynayamadık. Hiç o seviyeye çıkamadık.

Pazartesi günü Tel Aviv’e gidiyorum. Belki Bodiroga yine yok ama artık çocukların hayal kurmasına izin veriliyor. Çocukken hayal kurmasına izin verilmeyenlerin de hayal kurmasına izin veriliyor artık.

Büyük hayaller kurmamızı sağlayana selam olsun.

Gözlerim doldu lan, sonra devam ederim.

Ragıp Ulaş ALTUN // https://twitter.com/rualtun



HEPİMİZ ÖLELİM FENERBAHÇE YAŞASIN!
#sarıtribün

Çevrimdışı aaaaaa1907

  • Üye
  • Yaş: 34
  • Yer: İzmir
  • İleti: 27
    • balkabalka
Ynt: Bugüne hiç kolay gelmedik: Fenerbahçe basketbolunun unutulan tarihi
« Yanıtla #49 : 02 Ağustos 2017, 06:03:54 »
Muhtar Sencer Hakkında



Bugünkü Milliyet arşivi konumuzu Fenerbasket dolayısıyla İslam Çupi'nin bir yazısından, Fenerbahçe Basketbolu'nun Kurusucu Muhtar Sencer'i anlatan yazıdan aldık. İkiniz de nur içinde yatın...
----------------------------------------------------
İslam Çupi / 23.11.1982

Muhtar Sencer'i de yitirdik...

Bu yitmek, yitirmek, kaybetmek, ayrılmak, bir daha tokalaşmamak, sarılamamak, öpüşememek sözcük ve davranışları artık grileşmeye başlamış nüfus kağıdının bize yağdırmaya hazırlanan son yağmurun habercisidir.

Muhtar baba uzun süredir Almanya'da idi. Son iki yıldır rahatsızdı. Yaşamı, hastane odaları, serum şişeleri, tansiyon ve elektro ölçütleri içinde bir tahterevallinin, inilen çıkılan aynılığı ile sınırlanmıştı.

Yedi gün önce Muhtar Baba'nın gazetelerde bir fotoğrafını gördüm. Galiba da değil gerçek, bu fotoğraf Muhtar Baba'nın gördüğüm son fotoğrafı idi...

* * *

Dolaşım yetmezliğinden doktorlar bir ayağını kesmişlerdi. Neşter öbür ayağının üstünde bir duvar saatinin rakkası gibi bir sağa bir sola dönenip duruyordu.

Alman doktorlar, "Öbüründe de hayır yok" demeye başlamışlardı.

Babanın öbür ayağı da kesilse idi Muhtar Sencer; dünyanın üstüne bir koni gibi ayaksız oturacaktı.

Gururlu idi, Muhtar Baba... Madem ki, Alman doktorlar öbür ayağında da hayır yok demişlerdi... Öbür ayağını bu dünyaya bırakmadı, öbür ayağı ile birlikte hepimzi bırakıp, var sanıldığı bir başka dünyaya göçtü, gitti...

* * *

Muhtar Sencer, şimdilerde Türkiye'nin gurur sporu olan basketbolun babalarından biri idi.

Muhtar Baba'yı 1950-51'li yıllarda, lise son sınıfı dirseklerken tanıdım.

Güleç yüzü, dudak aralarından düşmeyen piposu, kalın sesi, nüktedanlığı, ağızından kulaklarımıza koşan nefis İstanbul şiveli Türkçesi ve boynunda eksik etmediği papyonu ile çok özel bir insandı.

Muhtar baba, 1952-53 yıllarında Fenerbahçe Şube Kaptanı olarak, o yıllara kadar Türkiye'de, "Galatasaraylıların sporu" olarak bilinen basketbole ezeli rekabeti sokup, o yenilmez Sarı-Kırmızılı armadayı darmadağın eden insandır.

Muhtar Baba, o döneme kadar 100-150 kişinin seyrettiği azınlıklar sporu basketbole, heyecan, renk, canlılıkla birlikte, 3 bin-4 bin taraftar da ekleyen bir büyük kapalı salon devrimcisi idi.

O yıllar çok tenkid edilmişti Muhtar Baba. Galatasaraylılar Muhtar Sencer'i karşılarında her gördüklerinde, hırslarını amuda kaldırırlardı.

"İşte" derlerdi, "Türk basketbolüne profesyonelliği sokan adam..."

Güler geçerdi Muhtar Baba bu sözlere, sinirlenmezdi.

Çok çok ithamlar nasırına dokanacak çizgiye gelince gürlerdi:
"Bu Galatasaraylılar vallahi çocuk... Basketbol topunu kendi oyuncakları sanıyorlar. Ellerinden aldık ya, şimdi ağlıyorlar..."

* * *

Muhtar baba edebiyata, şiire, sinema, tiyatro ve müziğe büyük bir ilgi duyardı. Dibine kadar bir Yahya Kemal hayranı idi...

Ben Muhtar babadan güzel sanatlara dair çok şey öğrendim. Okuma ve yazma disiplinimin en büyük antrenörü Muhtar babadır.

Yazarlığımın ilk yılında, elini öptüğüm birinci insan Muhtar baba olmuştu. Hiç unutmam...

Saçlarımı okşamış ve bana aynen şunları söylemişti:
"Sen doğuştan bu idin İslam... Milyoner olsa idin suratına bakmazdım. Şimdi çıkar kalemini de öpeyim"

Yanında ayrılmadığı dostu Mevlüt de vardı. Sarılmıştım Muhtar babaya... Yüzüm göğsünde bir süre kalmış ve galiba da Muhtar babanın az buçuk pardesüsünü ıslatmıştım.

* * *

Sonra aniden bir haber duydum... 16 Kasım 1964'de Muhtar baba Almanya'ya gitmişti...

Sessiz sedasız, kime kırıldığını, İstanbul'a neden ve niçin küstüğünü kimselere anlatmaya tenezzül etmeden Almanya'ya gitmiş ve yerleşmişti.

Bir daha dönmedi, dönemedi İstanbul'a Muhtar baba...

Bazen mektuplaştık, bazen iyi haberler aldık Muhtar babadan...

Sonuncusu feci idi, koydu baba... Muhtar baba 19 Kasım 1964'te ayak bastığı Almanya'dan yine 19 Kasım 1982'de ayağını çemiş.

Onurlu bir yaşamın, yürekli, temizlenmeye gereksiz bir temizlikte olan namuslu bir yaşama son noktay böyle koydu, Muhtar baba...

Muhtar babaya Aşiyan'da "Asude bir bahar ülkesi" hazırladık. Toprağa vereceğiz, Muhtar Baba'yı...

Anılarını saklayarak, anılarını avuçlarımızın içinde sıkarak Muhtar Baba'yı, "Asude bir bahar ülkesi"ne yolcu çıkaracağız

kaynak: http://maratonalmaty.blogspot.com.tr/2009/09/muhtar-sencer-hakknda.html
HEPİMİZ ÖLELİM FENERBAHÇE YAŞASIN!
#sarıtribün