Napolyon Elbe adasından kaçtığında yanında sadece bir kaç sadık hizmetçisi vardır. Paris'e doğru yol almaktadır. Ne olursa olsun, elinden alınan iktidarını geri kazanmak için Paris'te olması gerektiğine inanmaktadır. Onun kaçışını haber alan Fransız ordu birlikleri teyakkuz halindedir. Derken bir müfreze onu kıstırır ve bir teğmen tutuklamaya gelir. En ufak bir korku belirtisi gösterse sonu geldi. Teğmene der ki, "ben bir imparatorum, beni bir teğmen alamaz, üstün gelsin, sana emrediyorum üstün gelsin." Teğmen şaşırır ve ısrara cesaret edemez. Sonra bir yüzbaşı gelir. Ona da aynı tavır. Binbaşı; hayır, daha üstü... Hiç birisi bu devrik imparatorun koluna kelepçe takmaya ve oracıkta derdest etmeye cesaret edemez. O kadar kararlı ve emredici bir ses tonuyla konuşur ki, devrik imparator gibi değil, en güçlü zamanlarındaki gibi... Nihayet bir general çıkar gelir ve teslim olmasını ister. Ardında da binlerce asker... Bir adama karşı küçük bir ordu... Napolyon bir kayaya çıkar. Herkes şaşkınlıkla ne diyeceğini merak ediyor, askerler namluları ona çevirmiş, ateş emriyle binlerce tüfek birden patlayacak. Evet, bu şartlarda bir çırpıda yüksek bir taşa çıkar ve orduya seslenir:
-Fransız ordusu! Sen benim eserimsin. Alnındaki yara izinden ayağındaki çizmeye kadar benim eserim.
Ve o anda kaftanını bir çırpıda yırtıp göğsünü açar ve emrederek bağırır:
-Öz babanı vuracak kadar bir alçaklığı kendine yakıştırıyorsan hemen ateş et!
Hadiseyi anlatan tarihçinin yorumu: "Böyle bir anda iki şey olur. Ya binlerce namlu patlar; ya da yer gök "yaşasın imparator" sesleriyle yıkılır."
İkincisi oluyor ve bütün askerler, ordu "yaşasın imparator" haykırışlarıyla Napolyon'u selamlıyor. Sonrası malum... Orduyu peşine takıp Paris'e iniyor ve cüretkarlığının mükafaatını alıyor.
En ufak bir zaaf ve tereddüt gösterse, inandırıcılığına dair en ufak bir zaafı hissedilse binlerce mermi göğsüne saplanmıştı.
Olay budur. Olması gereken budur.